Değişen paradigmalarla yeni eğitim sistemi

Kaynak : Memurlar.Net
Haber Giriş : 22 Eylül 2011 02:51, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

Gökhan Yücel - Siyaset Bilimci

Kararname ile gerçekleştirilen MEB teşkilatındaki düzenlemelerin en fazla farkına varmamızı sağladığı gerçek, 'eğitimci' etiketini taşıyan ve 'epistemik topluluk' olarak adlandırabileceğimiz büyük bir meslek grubunun kendilerini yenilemek konusundaki başarısızlığıdır. ? Kendini kutsayan ve kendi mesleki dogmalarını eğitimle ilgili tek kelime dahi edebilmek için ön şart sayan bu kesim istemeyerek de olsa eğitim hayatımıza önemli sekteler vurmuştur.

Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında KHK ile Türkiye Cumhuriyeti tarihinin bir günde gerçekleştirilen en köklü kamu bürokrasisi reformu içeride ve dışarıda ülkemizi ilgilendiren yoğun gündeme nazaran çok ses getirmemiş gibi gözükmekle beraber, belki orta ve uzun vadede önemi zamanla anlaşılacak bir dizi yeniliği içeriyor. Yeni teşkilat yapılanmasını beraberinde dolaylı olarak getirdiği zihniyet ve paradigma değişiminden veya hiç değilse böyle bir değişim potansiyelinden bağımsız düşünmemek gerekmektedir.

Öyle ki, herkesin Arap Baharı'nı konuştuğu şu günlerde, aşağıda özetlemeye çalışacağım sebeplerden ötürü bir 'eğitim baharını' yaşamaya başladığımız kolaylıkla öne sürülebilir. Sivil anayasanın prototipi görünümündeki Yeni MEB'in teşkilat yasası, Yeni Türkiye'nin konuşmaya başladığı demokrasi, sivilleşme ve kalkınma öncelikli dili tesis etmek için hayati öneme sahip bir adım atmıştır. Çok değil, en fazla 5-6 yıllık sürecin sonunda başka sektörlerde sıkça rastlandığı gibi (sağlık, dış politika, ulaşım, adalet) eğitim alanında da yepyeni bir dönem başlayacak ve daha önce hiç görülmemiş atılımlar gerçekleştirilecektir.

Elbette değişimin ilk bakışta sadece personel rejiminin rötuşlanmasına, kurumsal düzenlemelere, merkez-taşra teşkilatı ilişkilerine çekidüzen verilmesine ve bakanlıktaki kariyer basamaklarının değiştirilmesine yönelik gerçekleştirildiği zannedilebilir. Çünkü aşağıda eleştirmeye gayret edeceğim 'personel paradigması' merkezli eski bakış açısıyla dikkate alındığında 32 olan hizmet birimi sayısının 17'ye, müsteşar yardımcılarının 7'den 5'e, Talim Terbiye Kurulu üyelerinin 15'ten 10'a indirilmesi flaş gelişmeler olarak algılanmaktadır.

652 numaralı kararnamenin getirdiği diğer yeniliklerin sayısal ayrıntılarına fazlaca girmek dahi 'Yeni MEB' ile ilgili kamuoyunda ağırlıklı olarak eski zihniyetle yapılan analizlere ve eleştirilere hizmet edecektir. Şimdi yeni şeyler söylemek, muhteviyatı eğitim olan her tartışmayı hak ettiği biçimde yeni mecralara taşımak zamanıdır. Esas noktanın evrensel eğitim dilini, eğitim iletişimini, güncel eğitim değişkenlerini ve beraberinde içine kalkınma yazılımını kurabileceğimiz bir eğitim donanımını ortaya koymak olduğu gözden kaçırılmamalıdır.

Yenilikçi bakış açısıyla düşünenler MEB'in bugün ülkemizde ekseriyetle yerleştiği ve kurumsallaştığı gibi sadece öğretmen atamalarını ve envai çeşit sınavı uygulayan merci olmaması gerektiğini savunmaktadırlar. Benzeri uğraşların bakanlıkla ilgili tüm tartışmaların pozitif enerjisini bir kara delik gibi içine çekmesine üzülen, günlük evrak trafiğinin ve imzaların arasına sıkışmış hantal iş yoğunluğunu rutin olarak gören ve MEB'in en asli görevinin bu olmadığını iddia edenler ne yazık ki azınlıktadır. KHK bu azınlığın sesini hem daha çok duyuracak, hem de sayılarını fazlalaştıracaktır.

Örneğin, bakanlık merkez teşkilatında bilgisayarların bakım ve tamirini, eğitim teknolojileri politikaları geliştirmesi beklenen Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürlüğü'nden alarak, bir hizmet destek birimi olarak tasarlanan Bilişim Grubu'na aktaran, kurumun yapıcı ve ilerlemeci bütün enerjisini yutan ve halkla ilişkiler alanında bütün şimşekleri üzerine çeken Personel Genel Müdürlüğü'nü modern bir İnsan Kaynakları Genel Müdürlüğü'ne dönüştüren, YÖK'ün yanında pek esamesi okunmayan Yükseköğretim Genel Müdürlüğü'nü en münasip çatı olan Ortaöğretim Genel Müdürlüğü'yle birleştiren bu yeni zihniyete selam olsun! Dünyanın hemen her yerinde olduğu gibi eğitimin planlanması ve tartışılmasında vazgeçilmez unsurlar olan temel eğitim, yenilik ve hayat boyu eğitimin müstakil genel müdürlükler bünyesinde kurumsallaştırılması ise aynı minvalde tebrike değerdir.

Ülkemizde kökleşmiş ve köhnemiş eski eğitim paradigmasını savunanların son 140 yılın en umut verici reformuna muhalefeti, hatta haksız saldırısı, sübjektif, ideolojik, anti-demokratik, bencil, yüzeysel, statükocu ve anti-kalkınmacı reflekslere dayanıyor. Bu kesimlerin güncel politikalar ve stratejilere daha aşina olan, küresel dünyanın eğitim dilini konuşabilen, küresel rekabet ve eğitim çevrelerindeki tartışmalarla, eğitim sistemleri ve süreçlerini mukayeseli biçimde yakından takip eden, nicel ve nitel donanımıyla 21.yüzyıl insan modelini öncelikli kılan Yeni MEB'i tam anlamıyla özümsemesi bir hayli zor. Nasıl olmasın ki?

Yeni Türkiye'nin inşasında uçbeyliği ve akıncılık yapacak eğitim fedailerini bazen akademisyen oldukları (buna akademisyen alerjisi denebilir), bazen kendilerinden çok araştırdıkları ve okudukları, bazen de sadece sivilleşme yanlısı oldukları için küçümseyen değişik gruplara ait aynı statükocu zihniyetin sahipleri, yaklaşık 140 yıllık tarihinde nice değişikliklere sahne olmuş MEB'in, hükümetin 2023'e doğru belirlenen kalkınma hedeflerini yakalamak için ihtiyaç duyduğu insan ve beyin gücünü şekillendirmesi beklenen en önemli kurum olduğunu anlamaktan da bir o kadar uzaktırlar.

MEB'İ DEĞİŞİME ZORLAYAN SORUNLAR

Kararname ile gerçekleştirilen MEB teşkilatındaki düzenlemelerin en fazla farkına varmamızı sağladığı gerçek, 'eğitimci' etiketini taşıyan ve 'epistemik topluluk' olarak adlandırabileceğimiz büyük bir meslek grubunun kendilerini yenilemek konusundaki başarısızlığıdır. Bugünkü değişim bu başarısızlığın doğal bir sonucudur. Kendini kutsayan ve kendi mesleki dogmalarını eğitimle ilgili tek kelime dahi edebilmek için ön şart sayan bu kesim istemeyerek de olsa eğitim hayatımıza önemli sekteler vurmuştur. Çünkü 'eğitimciler' birçok sorunu bu zamana kadar kendilerine has okuma, anlama, anlatma, değerlendirme, tanımlama ve çözme biçimleriyle, 140 yıllık kurumun bu denli radikal bir değişime uğramasının baş müsebbibi olmuşlardır.

Halbuki, değişim eğer MEB'in kurumsal ve MEB personelinin mesleki kodlarında mevcut olsaydı, zaman içerisinde tedricen ve kendiliğinden gerçekleşebilirdi. Onca zaman da kaybedilmemiş olurdu. Yine de hiç değilse şuna şükredelim, yeni düzenlemelerle kendi kendini güncelleme tohumları baştan aşağı MEB'in bünyesine serpilmiştir ve bakanlık modern bir yönetişim organizasyonuna dönüştürülmüştür. Değişimin nihai bir sonuç ve amaç olarak bırakılmaması, yöntemsel bir araç olarak eğitim süreçlerine dâhil edilmesinin altyapısı sağlamlaştırılmıştır.

Burada 'eğitimcileri' acımasızca yermek ve suçlamak gibi bir maksadımızın olmadığını belirtmek gerekir. Amacımız bağcıyı dövmek değil üzüm yemektir. Öğretmen kökenli eğitimcilerin uzun yıllar ihmal ve vesayetçi politikalara alet edilmeleri, siyasi malzeme yapılmaları, kişisel ve mesleki gelişimlerine dönük çalışma yapılmaması ve yaptırılmaması, bu meslek grubunun içine kapanık ve kendilerini yenileme kabiliyeti düşük bir zümre halinde kalmalarına neden olmuştur. Yeni MEB'de en önemli ayağın AR&GE çalışmaları ve öğretmenlerin mesleki gelişmeleri konusundaki çalışmalar olacağını bizzat Sayın Milli Eğitim Bakanı Ömer Dinçer'den duymak eğitim süreçlerimizin güncellenmesi ve verimlileştirilmesi adına sevindiricidir.

Kişisel arzum Yeni MEB'in düşünce ve AR&GE üssünün İstanbul'a taşınması, ileriye dönük belirleyiciliği tartışılmaz bu hayati geçiş döneminde oluşturulacak seçkin araştırma ekiplerinin eski paradigma ve zihniyetin baskısından âzâd edilerek hem mekânsal hem de kavramsal özerkliğe kavuşturulmasıdır. Yenilikçi paradigmayla donanmış eğitim bürokratlarını, hâlâ ağır basan eski paradigmanın kuşattığı bir gayya kuyusunun içine atmak birçok tehlikeye gebedir. Özellikle de önümüzdeki 10 yılı baştan aşağı yeniden planlaması beklenen donanımlı ve uzman AR&GE ekiplerinin bu geçiş dönemini sağlam kafayla bakanlığın bürokratik zorluklarından bir nebze olsun uzak tasarlamaları sağlanmalıdır.

Merkezi İstanbul olan bu yapının aslında her bölgede aynı seviyede verimlilik ilkesiyle çalışan temsilciliklerinin meydana getirilmesi mevcut reformun içinin doldurulması bakımından önemli olmaktan ziyade zaruridir. Yetki devrinin ve merkeziyetçi yapının dönüştürülmesinin bugüne dek küçümsenen AR&GE birimlerinden başlanmasının medyayla, üniversitelerle ve STK'larla ilişkileri daha iyi bir noktaya taşıması kaçınılmazdır. Bu hamle, MEB'in tarihinde baskın olan 'personelci/eğitimci' paradigmanın, kalkınmacı AR&GE paradigmasıyla yer değiştirmesine de hizmet edecektir. Her an iletişim ve mütemadiyen reform esasına göre tesis edilecek istişare kanallarının açık tutulması temin edilmelidir.

Bu noktada tabir mazur görülürse, MEB'e bilgisayar diliyle 'reset' atılmıştır. Evimizdeki bilgisayara bu muameleyi ne zaman yaptığımızı varın siz düşünün! Bir epistemik topluluk olarak 'eğitimciler', varsaydıkları şekliyle eğitimi, sadece kendilerinin yönetmeye ve uygulamaya muktedir bir bilgi türü sayarak aslında eğitim süreçlerini değil, sadece kendi kendilerini ve konumlarını idare-i maslahatçılıkla idame ederek eğitimi vesayet altına alan normlar üreten bir kasta (esprit de corps kavramı bu durumu anlatmak için faydalı olabilir) dönüşmüşlerdir. Onların şahsına değil fakat mesleki verimsizliğine ve tutuculuğuna karşı gerekli eleştirilerin bir türlü yapılamaması bugün 'devrim' denilen köklü reformla sonuçlanmıştır.

Yeni MEB, bizlere kararnameyle getirilen reformların ardından sırada öğretmenlerle ilgili çalışmanın olduğu müjdesini verdi. Öğretmen yetiştirme konusunda tek bir kaynaktan, tek bir seçim yöntemiyle beslenmektense bu işi dünyada en iyi yapan Kore, Finlandiya, Hong Kong ve Singapur örneklerindeki gibi eğitim fakültelerinden başlayan çok boyutlu modeller geliştirmek, Yeni MEB'in gündeminde yer aldığı takdirde geleceğe dönük ümidimiz daha da artacaktır. Eğitim Reformu Girişimi Kordinatörü Batuhan Aydagül geçen yıl verdiği bir demeçte '2010-2015 arası Türkiye'nin beş öğretmen yılı ilan edilsin' demişti. Sanırım bunu 2012-2017 arası döneme uyarlamak pek de zor değil. UNESCO Uluslararası Eğitim Bürosu uzmanı Dakmara-Ana Georgescu ise '2015 yılı kalite, cinsiyet ve erken çocukluk döneminde evrensel ilköğretim ile ilgili tüm bu hedeflere ulaşmak için bir çeşit son tarih gibidir' şeklinde konuşarak önümüzdeki dönemin belirleyici önemine işaret etmiştir. Bu açıdan bakıldığında uygulanmakta olan değişim çalışmaları kapsamında Türkiye'nin eğitim haritasını en ince ayrıntısına kadar çıkararak 'yetersizden' 'mükemmele' doğru giden bir ölçekte değerlendirilmesi ve her seviye uygun eğitim grupları/seviye odaklı farklı stratejiler belirlenmesi dikkate alınabilir.

Dünyanın en önde gelen kurumsal danışmanlık şirketi olan McKinsey'in eğitim politikaları çalışma grubunun kamuoyuyla paylaştığı çalışmalarında, reform yapmak isteyen ülkelere eğitim planlamasının zamanlaması ve bir programa bağlanması konusunda uyarılar yapılmıştır. Eğitim sektörü raporları, çuvallarla para harcamanın başarının birebir garantisi olmadığını somut verilerle kanıtlamıştır. Kendileriyle çalışma fırsatı bulduğum bu seçkin ekibin 1985-2010 yılları arası dönemde gerçekleştirilen eğitim reformu hareketlerini incelerken başvurduğu titiz analizler, 1980'li yılların ortasında başlanan yeniliklerin 10-15 yıl içinde nasıl Asya Kaplanları, Güney Kore, Finlandiya, Singapur gibi dünyanın en hızlı kalkınan ülkelerine ve en iyi eğitim sistemlerine dönüştüklerini gayet net ortaya koymuştur. Açıkça görülmektedir ki, reform konusunda en önemli değişkenlerden birisi kararlılıktır. Reform süreçlerindeki siyasi liderlik ve yönetişim anlayışı aynı zamanda değişim sürecinin takipçisi olagelmiştir.

EĞİTİM PLANLAMASINDA PROFESYONEL SEKTÖRLERE İHTİYAÇ VAR

Eğitimci, elinde bulundurduğu eğitim fakültesi ve eğitim yönetimi diplomasıyla okul kültürü içinde kesinlikle daha etkin, daha fazla söz sahibi olmalıdır, hatta eğitim süreçlerinin doğal bir sonucu olarak eğitim yönetimi yerele indirgenmelidir. Okul okulda yönetilmelidir. Yetki devri şarttır. Okul yöneticileri, okulun lideri olmalıdır. Bu tip yöneticilerin öğretmenlerin arasından yetiştirilmesi için gereken çalışmalar mutlaka yapılmalıdır. Ancak bugünün dünyasında bir ülkenin makro eğitim politikaları, eğitim planlaması ve yönetimi sadece eğitimcilere bırakılmayacak kadar karmaşıklaşmıştır. Eğitim planlaması farklı profesyonel sektörlerin katkısına muhtaçtır.

Aynen devlet yönetiminin sadece sosyal bilimler eğitimi alanlara bırakılmaması veya tıp doktorlarının artık mühendislerle tedavi robotları tasarlaması gibi eğitim, daha önce hiç olmadığı kadar iktisat, hukuk, sosyoloji, işletme, siyaset bilimi, psikoloji vb uzmanlık alanlarıyla ilişkili hale gelmiştir. Bu açıdan bakanlığa kazandırılması öngörülen uzman ve uzman yardımcıları belki hemen değil ama önümüzdeki 5-6 yıllık süreçte eğitim planlaması/yönetiminde kalkınma ve yenilik merkezli bir 'epistemik topluluk' halini alarak eğitim paradigmamızı müspet manada değiştirecektir. Yeni MEB'de görev verilmesi düşünülen sözleşmeli yöneticiler ise performansa dayalı insan kaynakları modelinde aslında istisna değil, genel bir kuraldır. Talim Terbiye Kurulu'nun yapısı da bu esaslara göre düzenlenmiştir.

Kendi başına tecrübe, Türkiye'nin 20 milyonu aşan dinamik genç öğrenci nüfusunun geleceğini planlayanların en önemli özelliği olmaktan çıkarılmalıdır. Bilgi donanımıyla farklı, pratiğe dönüştürmeye yatkın, ve değişime mütemadiyen açık eğitim yönetişimi uzmanları olmadan Yeni MEB'i, eskisinden ayırmak kolay gerçekleşemeyebilir. Aksi takdirde dünyadaki gelişmeleri takip etme ve özümseme kabiliyeti eğitim bürokratlarının çok ilerisindeki çocuklarımızla, MEB teşkilatı arasında nesil farkından başka uçurumlar da oluşmaya devam edecektir. Bu anlayış ve zihniyet makası açıldıkça eğitim sistemimizden beklenen verim alınamayacaktır. Anahtar, Yeni Türkiye ve Yeni MEB arasındaki köprüyü bir an önce inşa etmekten geçmektedir. İnsan, kalkınma ve sürekli reform odaklı Yeni MEB'de, Yeni Türkiye'nin bir eğitim haritasının çıkarılmasında ve yeni gündemlerin belirlenmesinde KHK'nin 32. maddesi uyarınca oluşturulacak çalışma grupları yadsınamaz rol oynayacaklardır.

Öneri babında şu başlıklar teklif edilebilir: eğitim ve sürdürülebilir kalkınma; eğitim fakülteleri ve öğretmen yetiştirme; sosyal medya ve eğitim; özet yetenekli çocuklar/sanat eğitimi/kültür eğitimi; küresel eğitim süreçlerinin takibi ve MEB'in kendi özerk düşünce kuruluşunu oluşturması; öğretmenlere dönük tam teşekküllü bir eğitim portalı; bölgelerarası farklar (dünyada 'achievement gap' şeklinde kullanılan haliyle); okul ve eğitim performansı, ölçümü ve en iyi okulların sınav sonuçları dışındaki yöntemlerle sıralandırılması; eğitim istatistikleri ve veri toplama süreçlerinin mükemmelleştirilmesi; Türkiye'nin ilçe bazında eğitim haritasının çıkarılması; okuma kültürü ve okul kütüphaneleri; yabancı dil; istihdam/rekabet ve eğitim; değerler eğitimi.

Çokça konuşulmasına rağmen genelde tekrardan öteye gitmeden klişeler ürettiğimiz ve böylelikle verimsizleştirdiğimiz 'değerler eğitimi' alanının, bir kamu diplomasisi aracı olarak milli birlik ve beraberlik çalışmalarında içine kötü alışkanlıklarla mücadele, sivilleşme, insan hakları ve anadil konularını da alması düşünülebilir. Değerler eğitimi sadece 'âlim' değil, aynı zamanda 'ârif' yönü ağır basan bireyler yetiştirmek için gereklidir.

Zaten 2000'li yılların başından itibaren Cumhuriyet döneminde eğitimin her alanında bir atılım hareketi başlamıştır. Haklı olarak bu değişim sürecinde öncelik fiziksel altyapının artırılması ve kuvvetlendirilmesine verilmiş, yeni okullar ve derslikler inşa edilmiş, üniversitesiz il bırakılmamış, bölgeler arası farklar mümkün mertebe asgariye indirilmiş, daha donanımlı ve genç öğretmenlerin istihdamı başlamış, okul öncesi, ilköğretim, ortaöğretimde okullaşma oranları dünya ortalamalarına yaklaştırılmış, kız ve engelli evlatlarımız eğitim süreçlerinde baş tacı yapılmıştır. Azınlık okulları bir ayrıcalık olarak değil, vatandaşlık haklarının gereği olarak tarihte görülmemiş şekilde bakan düzeyinde ilgiye mazhar olmuştur. Teknolojik yatırımlar alıp başını yürümüştür. Son on yılda eğitim bütçesi 7.5 milyar TL'den 34 milyar TL'ye yükseltilmiştir. Bunların hepsi kısa bir zamanda gerçekleştirilmiştir. Şimdi artık fiziksel kapasite ile eğitimin sayısal tarafı ve içerik/kalite yönetimi arasındaki dengede ağırlığı kalite ve içerik/süreç yönetimine vermenin tam zamanıdır.

Yeni MEB'in insan kaynakları modelini, fiziksel kapasitede ve okullaşma oranlarındaki gelişmeyi saatteki akrebe benzetirsek, doğru çalışan bir saatin görevini 21.yüzyıl insan modeline hizmet edecek müfredat, anlayış ve politikalara benzeteceğimiz bir yelkovansız yerine getiremeyeceğini de unutmamalıyız.

Türkiye'de görmek istediğimiz gelişmelerin gereğini dış dünyada eğitim sistemleri çatırdayan ülkelerin feryat figan attıkları çığlıklarında duymak da mümkün. Başta ABD geliyor. O yüzden Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kalkınma ve eğitim arasındaki bağı vurguladığı alıntıyı, New York Times yazarlarından Thomas Friedman'ın 21 Kasım 2010'da kariyeri boyunca belki de eğitimle ilgili kaleme aldığı tek makalesindeki şu tespitlerle beraber değerlendirmek zihin açıcı olabilir: '1988'de Washington'a geldiğimde, Soğuk Savaş sona ermek üzereydi ve (gazeteciler için) o zamanların en popüler konuları ulusal güvenlik ve onu yürüten kurum olarak Dışişleri Bakanlığı idi. Eğer bugün acemi bir muhabir olsaydım, sanırım hala ulusal güvenlik ile ilgili haberler yapmak isterim- ama bir farkla bu sefer onu yönetmesi gereken kurum olarak Eğitim Bakanlığı'na odaklanırdım'.

ABD'nin kalburüstü isimlerinin eğitimi bu denli önemsemeye başlaması, Başkan Obama'nın 'bugün bizi eğitimde alt edenlerle biz yarın rekabet edemeyecek hale geleceğiz' kaygısını daha anlamlı kılmaktadır. Yazının devamında neredeyse her yıl bir milyon gencin liseden mezun olamadan okulu terk ettiği bilgisi, Harvard Üniversitesi'nden dünyaca ünlü eğitim uzmanı ve Küresel Eğitimde Başarı Farkları kitabının yazarı Tony Wagner'in 'öğrencilerin bilgi rekabetinde başarılı olmak için ihtiyacı olan üç temel yetenek vardır. Bunlar eleştirel düşünme ve problem çözme; etkin iletişim yetisi ve işbirliği yetisi' ifadesi ve Eğitim Bakanı Arne Duncan'ın, 'mükemmelliği ödüllendirmek zorundayız. Bizse eğitimde mükemmellik hakkında konuşmaktan korkuyoruz. Herkese değiş-tokuş yapılabilecek eşyalar gibi davranıyoruz. Bir çocuğu ve bir öğretmeni sınıfa atıyoruz ve kaderleriyle baş başa bırakıyoruz, hepsi bu' itirafı gibi ilginç tespitlere yer verilmiştir.

Thomas Friedman makalesinde ayrıca bugün Amerika'da çalışmakta olan 3,2 milyon öğretmenin yarısının gelecek on yıl içinde emekli olacağını, onların yerlerine kimlerin istihdam edileceğini, nasıl yetiştirileceğini, mesleğe nasıl hazırlanacağını, performanslarının nasıl değerlendirileceğini ve emekli edileceğini merak ettiğini kaydetmektedir. Bunları hep eğitimim aslında toplumsal hayatın diğer sahalarına, özellikle de gelecek inşası, refah, adalet ve kalkınmaya doğrudan nasıl etkisini bulunduğunun altını çizmek için yer veriyorum.

Söz kalkınma ve eğitim arasındaki yakın ilişkiden açılmışken, OECD'nin Bir Bakışta Eğitim: 2010 raporunda eğitim kalitesi, toplumun genel sağlığı, fırsat eşitliği, istihdam ile toplumun politikaya ilgisi arasında saptanan korelasyondan bahsetmek yerinde olacaktır. İlginç olan McKinsey verilerine göre sosyoekonomik durum ve öğrencilerin eğitim performansı arasında ABD'de büyük bir ters orantı bulunurken, örneğin bu bağ dünyanın en iyi eğitim sistemlerinden birisine sahip olan Finlandiya'da yok denecek kadar azdır. Fakir de zengin de iyi eğitim almakla kalmayıp, başarıda sosyo-ekonomik göstergeler belirleyici olmamaktadır. Ülkemiz OECD ülkeleri arasında bu oranın en dramatik şekilde görüldüğü tabloyu sunmaktadır.

Uluslararası danışmanlık şirketi McKinsey'in son derece çarpıcı eğitim sektörü raporlarından birisinde ise şu bilgiye rastlarız: 'Eğer ABD eğitim sistemi dünyanın en iyi eğitim sistemleri olarak bilinen Finlandiya ve Kore kadar iyi performans gösterseydi 2008 yılındaki GSMH'sı 1.3 trilyon dolar daha fazla olacaktı. Bu da ABD milli servetinin % 9-16'sına tekabül etmektedir'. OECD'nin benzer bir öngörü raporuna göre ise son üç PISA sınavında en yüksek başarıyı gösteren Finlandiya'nın ortalama puanı 546'dır. Türkiye'de, bu sene başlayacağı ve 20 senede tamamlayacağı bir eğitim reformuyla, önümüzdeki yıllarda sınavdan ortalama 546 puan alınırsa, yıllık GSYİH bugüne oranla 2090'da % 1673 artabilir. Bu da 21 trilyon dolar demek. Diğer bir senaryoya göre Türkiye'deki her öğrencinin PISA puanı OECD ortalaması olan 400 puan düzeyine çıkarsa, bu kez yıllık GSYİH 2090'da %1167 yükselerek yaklaşık 15 trilyon dolara ulaşabilir. Niye 2090 gibi uzak tarihlerden bahsediyoruz diye sormamak gerekir. Çünkü bu hesaplamalar bizi küçük düşürmek için sadece Türkiye örneğinde değil, uzun vadeli bir öngörü ve politika belirleme çalışmasında kullanılmak üzere küresel ölçekte iktisatçılarla birlikte hesaplanmıştır. Dikkate alınması gerekir.

OECD, her ne kadar Türkiye ve Meksika gibi ülkelerin Finlandiya'nın standartlarını yakalamasının 20 seneden fazla süreceğini iddia etse de ben aksi yönde OECD ile iddiaya girmeye hazırım. OECD, ABD'nin 20 yıl önce dünyanın tüm üniversite mezunlarının% 30'una sahipken bu oranın bugün % 15'e inmesini, üniversite mezuniyet oranlarında birinciyken bugün ilk 10'a bile girememesini, ortaöğretimde yine zirvedeyken bugün sanayileşmiş 24 ülke arasında 20'li sıralarda bulunduğunu, 20-30 yıl önce kestiremeyecek kadar ABD'yi ön plana çıkarmıştı. Bu da gösteriyor ki, yanılma ve sapma payını belirlemek iyi planlamalar yaparak, kaynakları iyi kullanarak, ama en önemlisi aşırı özgüveni bir kenara bırakarak kontrollü davranarak, ülkelerin kendi ellerindedir.

PISA ve TIMMS gibi küresel sınavların sonuçları bizim adımıza kötü gözükebilir. Kabul etmek gerekir ki öğrenci başına harcamalarımız da yüksek değil. Türk Eğitim Sistemi'nin bölgesel ve bölgelerarası analizine bakıldığında köklü sorunlar ve uçurumlar mevcut. Hatta Türkiye 2009 yılında 161 ülkenin TOEFL puanına göre yapılan sıralamada 93. sırada yer almıştı. Avrupa'da sadece Kosova'yı geçerken, İngilizce puanımız Arnavutluk ile aynı düzeyde çıkmıştı. Yabancı dil öğretmenlerimizin IELTS sınav sonuçları da sadece %13,4'ünün üst düzey İngilizce bildiğini gösteriyor. Uluslararası tablo aleyhimize gözükmekle beraber son dönem eğitim tarihi bu dezavantajlı süreçleri yaptıkları değişikliklerle bir anda lehlerine çeviren örnekleri de yazıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı, Cumhuriyet'in 100. kuruluş yıldönümünü kutlayacağımız 2023'e doğru, bu yönde büyük bir adım atmıştır. 'Yeni Türkiye', 652 numaralı KHK ile açılan yolda milli eğitim sistemimizin arzulanan seviyeye gelmesi ve aynen sağlık, dış politika veya ulaştırma sahalarında olduğu gibi uluslararası saygınlık sıralamasında en üst lige çıkabilmesi için zemin hazırlamakta ve büyük adımlar atmaktadır. Son yıllardaki fiziksel gelişmelerin Yeni MEB'in bundan sonra kaliteye ve AR&GE atılımlarına yönelik icraatlarının müjdecisi ve garantisi olmasını beklemeliyiz. Yeni Türkiye geriye dönüşü olmayan bir kalkınma yoluna girmiştir. Dünyanın ilk on kalkınmış ekonomisinden birisi olma hedefi şüphesiz en başta Yeni MEB'in çalışmalarıyla başarılacaktır.

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber