Memur ve memurluk gözden düştü

Haber Giriş : 06 Nisan 2006 10:26, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

Türkiye'de memurun ve memurluğun gözden düştüğünü biliyoruz. Bu gelişme, serbest piyasa ideolojisinin yükselişi ve bürokrasinin her alandaki önderlik rolünü kaybetmesi süreçlerine paraleldir.

Ticaretin sanayinin gelişmesi, bu kesimlerin örgütlenerek güç kazanması, siyasi kadrolarla -bazen mahrem- ilişkiler geliştirmeleri, çok partili hayatla birlikte çevrenin merkeze nüfuz etmesi memurun elindeki bazı rolleri yitirmesine, iktidar gücünün bir kısmını yükselen yeni toplumsal kesimlere devretmesine yol açtı. DP iktidarının, ?Vilayetin önünden geçemeyen Hasso ve Mammo'ların kendi iktidarlarında serbestçe valilerin odalarına girdikleri?ni ifade etmeleri ve bunu halkçılıklarının bir karinesi saymaları böyle bir bağlama oturur. Vali Nevzat Tandoğan'a atfedilen, ?Bu ülkeye komünizm gerekliyse onu da biz getiririz? sözü, ideolojik tercihten dahi önce gelen bir bürokratik iktidar anlayışını ifade etmekle birlikte, eleştirilerin sözden daha güçlü oluşu yine memurun gerileyişine işaret eder.

Demokrasinin yerleşmesi, ticaret ve sanayinin artmasıyla birlikte bürokrasinin ideolojik gücünden başlayarak kimi iktidar alanlarından ricatı, topluma ait karar süreçlerinin daha fazla aktörle oluşması olağan bir gelişmedir. Özellikle demokrasinin, bağımsız yargının, temel hak ve hürriyetlerin kurumlaşması, bürokrasi-halk ilişkisindeki ideolojik baskıyı, keyfi uygulamaları sınırlamış, modern bir toplumun şartlarında yasalarla sınırı çizilmiş, şeffaf ve halkın çıkarlarını önceleyen bir yönetimi güçlendirmiştir. Ancak işte tam da burada, 1980 sonrasında, ekonomik liberalizmle birlikte başlayan, küreselleşmeyle daha baskın bir şekilde yoluna devam eden her şeyi piyasalaştırma ?histerisi?, örgütlenmesi, mantığı, piyasanın değerleriyle uyuşmayan, esasen uyuşması da mümkün olmayan devlete ve onun bürokrasisine karşı hasmane bir hegemonik söylemin önünü açmıştır.

Devletin referansları...

Her şeyden önce hayatın tüm alanları için genel, standart önermeler çıkartılamaz. Ekonomik faaliyetler için uygun düşen kimi ilkeler toplumsal ve politik hayat için uygun olmayabilir. Bunların başında herhalde, ekonomik işletmeler için geçerli olan ?en az maliyetle en yüksek faydayı sağlama? şeklindeki Taylorist ilke gelir. Üretimi verimli kılan ve tüketicilerin de çıkarlarını kollayan bu ilke devlete uygulanmaya kalkıldığında sorunlar başlar. Devletin varlık sebebi, piyasa şartlarının dışında toplumsal kaynakları -eşitsizlikleri azaltacak ya da derinleştirecek şekilde- toplamak ve dağıtmaktır. Bu manada, orta sınıflaşmayı teşvik etmek, alt sınıflara sosyal destekler sağlamak, kesimler arasında denge ve istikrarı temin etmek gibi ahlaki ve toplumsal görevler Taylorist ilkeyle barışık olamaz.

Devletin politikalarını belirleyen temel insani ilkeler, ahlak değil iktidar ilişkileridir. Bir ülkede eğer halk iktidar ilişkilerini belirlemek bakımından etkin bir konumda değilse, toplumun çekirdeğindeki bir elitler kadrosu iktidar gücünü elinde tutuyor, bunun için gerekli ideolojiyi de üretiyorsa, orada devletin geniş kitleler için onların çıkarlarını kollayıcı bir işlev görmesi beklenemez. İşte tam da demokrasinin önemi burada ortaya çıkar. Demokrasi devlette somutlaşan iktidarı halk temelli hale getirir, devletin ekonomik ve toplumsal işlevlerini de bir bakıma demokratikleştirir. Burada ifade edilen devletin niteliğine ilişkin bir metafizik değil, aksine somut bir mütekabiliyet ilişkisidir. İşte küreselleşme ve serbest piyasa değerleri istikametinde devleti kah ?Bauman'ın ifadesiyle striptiz yaptırarak? kah ideolojik saldırılarla sosyal görevlerini değersizleştirerek işletme haline getirmek isteyenler, bu alandaki ekonomik ilişkileri de pazara katmak arzusundadırlar. Demosun iktidar gücüyle işlerlik kazanan devlete ait son derece hayati sosyal politikalar bu şekilde ortadan kaldırıldığında, boşluk neyle doldurulacaktır? Küreselleşme odaklı serbest piyasanın buna verdiği bir cevap yoktur. Onlar, herkes için en iyiyi sağlayacak ?gizli el? gibi bir metafizik güce bel bağlarlar; ancak küreselleşmenin sık sık telaffuz edildiği son on beş yıl içinde bu küresel ?gizli el?in toplumsal ve ahlaki sonuçlar yaratmak bir yana, aksine yoksullarla zenginler arasındaki mesafeyi daha da artırdığına dair birçok gösterge vardır. Küresel gizli elin adaletinin kefeleri dengede değildir. Şüphesiz serbest piyasanın kimi iddiaları makuldür ve bunun alternatifi gibi gözüken merkezi planlama iflas etmiş bir yöntemdir; ancak burada söz konusu olan, serbest piyasanın iktisadi rasyonelliği ile devletin sosyal politikalar lehine sergilediği ?iktisadi irrasyonelliği? arasında bir denge kurulması gerektiği hususudur.

Maddi ve moral saldırı

Seksen sonrası Türkiye'sinde devlete yönelik kimi haklı eleştirilerle birlikte küreselleşme ideolojisinden ilhamla onun toplumsal görevlerine yönelik haksız değerlendirmeler de yapılmış, bu doğrultuda soyut devlete ve temsilcisi bürokrasiye karşı maddi ve moral saldırılar yürütülmüştür. Maddi saldırılar, memurların toplumsal kaynaklardan aldıkları payın -arızi artışlar bir kenara- sürekli düşürülmesi doğrultusunda olmuştur. Moral saldırılar ise memurun toplumsal statüsüne, gerçekleştirdiği hizmetlere yönelik bunları değersizleştirme girişimleridir. Amerika'dan ithal edilen ?Senin maaşını ödediğim vergilerle ben veriyorum? türünden bir repliğin coşku dolu bir karşılık bulması ve bürokraside sorunla karşılaşanların aklına hemen bu sözün geliyor olması, bunun bir gösterenidir. Böylelikle memur, kamu hizmeti gören, yaptığı iş yasalar ve yönetmeliklerle belirlenmiş, ilişkileri gayri şahsi bir anlayışla yürüten kişi olmaktan çıkmakta, her hizmet gördüğü kişinin adeta maaşını ödediği, onun sadece görevi değil kişiliği üzerinde de hak sahibi olduğu, yalıtılmışlık yerine somut alışverişe dayalı kişiselleştirilmiş bir ilişkinin hatırlatıldığı bir kapsama yerleştirilmektedir. Zaman zaman ?Memur musun, vah yazık!? türünden yaklaşımlar, ?Memura zekat verilebilir? şeklindeki yoksulluğuna yapılan vurgular, zayıf, avurtları çökmüş, yılgın, eski takım elbisesi ve uyumsuz giyimiyle karikatürize edilen portreler, memur tasavvurunun karakteristikleridir. Bunlara hemen eklenmesi gereken bir başka unsur, Özal'a atfedilen, kendisinin hiçbir zaman kabul etmediği ?Benim memurum işini bilir? ifadesidir. Özal'ın söylemiş olması ya da olmamasından daha önemlisi, bu sözün yayılma gücü ve kullanılma sıklığıdır. Özal'a ya da memura yönelik eleştiri manasında hangi bağlama yerleştirilirse yerleştirilsin, burada her halükarda memura karşı olumsuz bir tavır söz konusudur. Söz, sadece maaşıyla yetinmeyen aç gözlü bir memur kesimini hedef almaz, asıl vurgulanan, her memurun mahremiyetinde yattığı varsayılan, kimisi kuvveden fiile çıkamamış ?işi bilmeye yönelik? arzudur. Öte yandan ?ancak işi bilerek ayakta kalabilen, eğer bunu yapamazsa sefalet şartlarına razı olmak durumunda olan? bir memur kategorisi de bu göndermenin hemen yanı başındadır.

Sonuç olarak şunun altını çizmek lazım: Modern toplumlarda sosyal görevlere ve bunları ifa edecek güce sahip devlet aygıtına, işleri yürütecek memur kesimine duyulan ihtiyaç hiçbir şekilde hafife alınmamalıdır. Ekonomik, toplumsal ve kültürel farklılıklar olduğu sürece, bunları yeniden üretme çabaları kadar dengeleme girişimleri de hayatımızda yan yana yer alacaktır. Demokrasinin iktidar biçimini tayin ettiği devlet, hiç şüphesiz burada ikinci kategoriye daha yakındır. Memurlar kutsal devletin başları auralı rahipleri değildirler, elbette eleştirilebilirler, ancak ?devlet, küreselleşme ve serbest piyasa ilişkileri? üçlemesi için gerekli olan ?denge?li yaklaşım, memura yönelik toplumsal ihtiyaçlar ve eleştiriler bağlamından da esirgenmemelidir. Memurunu hasım gibi gören toplumların onun yerine geçmeye hazır şirket görevlilerinden benzeri türden hizmet alabileceklerini zannetmeleri beyhudedir. Kamu ve özel girişimleri yan yana koyarak yapılan değerlendirmeler bu açıdan yanıltıcıdır; hayal gücü olanlar, kamunun hiç olmadığı -yahut iğdiş edilmiş niteliğiyle varmış gibi görüldüğü- bir düzende tüm süreçlere egemen özel girişimlerin işlevi ve yapıp ettikleri üzerine düşünmelidirler. Gündelik hayatımızda varlığını sorun gibi gördüğümüz ?şeyler?in anlamını yok olmaları halinde arkalarında bıraktıkları büyük boşlukta yeniden dramatik bir şekilde okumalarımıza benzer bir akıl yürütme bu tahayyül için de işe yarayabilir.

M. NACİ BOSTANCI / ZAMAN

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber