Yardımcı doçentlerin problemleri

Kaynak : Memurlar.Net
Haber Giriş : 12 Ocak 2009 00:24, Son Güncelleme : 15 Ağustos 2021 18:59

Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç.Dr. Kazım YILDIRIM'ın hazıladığı makale

2547 SAYILI YÜKSEKÖĞRETİM KANUNUNUN AKADEMİK ÜNVANLARLA İLGİLİ PROBLEMLİ MADDELER, AKSAYAN YÖNLER VE BAZI ÖNERİLER

Yrd. Doç.Dr. Kazım YILDIRIM*

GİRİŞ

2547 sayılı Kanun 3. maddesinin (l.) bendinde, Yükseköğretim kurumlarında görev yapan öğretim elemanlarının tanımı yapılmıştır. Maddenin ilgili bendi, öğretim elemanlarını dörde ayırmıştır (Şema 1).

Şema 1- 2547 Sayılı Kanunun Üçüncü Maddesine Göre Öğretim Elemanları

1. Öğretim üyeleri: Üniversitelerde en üst seviyede akademik unvana sahip, profesör, doçent ve yardımcı doçentlerdir (2547, 3.madde m fıkrası).

2. Öğretim görevlileri: Ders vermek ve uygulama yaptırmakla yükümlü öğretim elemanlarıdır (2547,3. madde n fıkrası). Atanmış öğretim üyesi bulunmayan dersleri veya herhangi bir dersin özel bilgi ve uzmanlık isteyen konularının eğitim-öğretim ve uygulamasını yaptırmakla görevlidir (2547,31.madde).

3. Okutmanlar: Ortak Zorunlu Dersleri (OZD); Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi, Türk Dili, Yabancı Dil derslerini okutan; Tarih, Türkçe ve Yabancı Dil okutmanlarıdır (2547,3.madde o fıkrası).

4. Öğretim yardımcıları: Araştırma Görevlileri, Uzmanlar, Çeviriciler ve Eğitim-Öğretim Planlamacılarıdırlar (2547,3.madde p fıkrası).

Kanuna göre öğretim üyeleri, yukarıda ayrıntısıyla belirtildiği gibi, yükseköğretim kurumlarında en üst seviyede akademik unvana sahip profesör, doçent ve yardımcı doçentlerdir. Aynı Kanunun (2547), ?Öğretim Üyelerinin Görevleri? başlığını taşıyan 22. maddesi, görevlerin tanımında ve görevlendirmede; profesör, doçent ve yardımcı doçent ayırımı yapmamış, bütün öğretim üyelerinin aynı görevleri yapmalarını ve benzer işleri yürütmelerini zorunluluk haline getirmiştir. Fiiliyatta da durum böyledir. Profesör, doçent ve yardımcı doçentler, 2547 sayılı kanunun 22. maddesinde belirtilen asli görevlerini; eğitim-öğretim, uygulama ve araştırma gibi faaliyetlerini yürütürler. Öğretim üyelerinin tamamı, yönetim kademelerinin, rektör, rektör yardımcılığı ve dekan hariç bütün birimlerinde görev alabilirler. Şu anda üniversitelerin yönetim kademelerinin çoğunda doçent ve yardımcı doçentler görev yapmaktadırlar.

2547 sayılı Yükseköğretim Kanunun 36. maddesi ?Çalışma Esasları? başlığını taşımaktadır. Bu madde öğretim üyelerinin haftalık ders yüklerini ?en az on saat? olarak belirlemiştir (2547,36.madde d fıkrası). Bu maddede de ayırım yapılmamış, bütün öğretim üyelerine (profesör, doçent ve yardımcı doçent) aynı çalışma süreleri yüklenmiştir.

2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu, öğretim elemanlarını sınıflandırırken, 2547 sayılı kanundan farklı olarak, öğretim görevlileri ile okutmanları aynı kategoriye koymuştur (2914, 3.madde A,B,C fıkraları),( bkz. Şema 2). Maddenin A bendi ?Öğretim Üyeleri Sınıfı? başlığını taşımaktadır. Burada da öğretim üyeleri arasında bir ayırım yapılmamıştır.

Öğretim üyelerinin eğitimleri de aynıdır. İstisnalar hariç, (Eski akademilerden kalma doktorasız profesörler ve sanatta yeterlilik adı altında kanun yoluyla profesör veya doçent yapılanlar hariç) hepsi doktora seviyesinde eğitim almışlardır. Profesör, doçent veya yardımcı doçentin birbirinden farklı eğitimleri yoktur. Hepsi doktora derecesine sahiptirler.

Şema 2- 2914 Sayılı Kanunun Üçüncü Maddesine Göre Öğretim Elemanları

Kanunun çıktığı ilk yıllarda (4 Kasım1981, Resmi Gazetede yayım 6 Kasım 1981) öğretim elemanlarının çalışma düzeni ve ücretleri dengeliydi. Profesör, doçent, yardımcı doçent, öğretim görevlisi, okutman, uzman ve araştırma görevlisi arasındaki ücret farkları, kimseyi rahatsız edecek veya dikkat çekecek boyutta değildi. Rakamlar kabul edilebilir farklılıktaydı. Şimdi ise profesör aynı işi yapan ve kanuna göre aynı sınıf ve kategoride yer alan yardımcı doçentin iki katına yakın, birinci derecedeki doçent ise bir buçuk katına yakın maaş almaktadır. Birinci dereceye gelmiş öğretim görevlisi veya okutmanların ise iki buçuk katına yakın maaş almaktadırlar. Aynı işi yapmakla görevli ve aynı eğitim derecesine sahip insanlar arasındaki bu çok farklı ücret dengesizliği, üniversitede çalışan öğretim elemanlarını rahatsız etmiş, yardımcı doçent dâhil, diğer bütün öğretim elemanları açıkça haksızlığa uğratılmışlardır.

2002 yılının Ocak ayından geçerli olmak üzere, profesöre yaklaşık 450, birinci dereceye yükselmiş doçentlere 250 YTL civarında zam verilirken, yardımcı doçentler dahil, diğer öğretim elemanlarına hiçbir ücret farkı verilmemiştir. Aynı haksızlık ders ücretlerinde de yapılıyor; Profesör, doçent, yardımcı doçent, öğretim görevlileri-okutmanların ders ücretleri farklıdır. Aynı işi aynı sürede gerçekleştiren bu insanlar, unvanlarına göre farklı ücret almaktadırlar. Büyük bir haksızlıktır; öğretim görevlisi, okutman veya yardımcı doçentin elli dakikada anlattığı dersi, profesörün aynı saatte anlattığı dersten farklı kılan nedir ki, üçte biri kadar ücret ödeniyor. Bunların düzeltilmesi kaçınılmazdır. Aşağıda gerekçelerini belirteceğimiz şekilde öğretim üyeleri (Profesör, Doçent ve Yardımcı Doçent) için ders ücreti anlayışından vazgeçilmelidir. Yukarıda belirtilen zamlardan sonra makas giderek açılmış, yardımcı doçent dahil olmak üzere, hiyerarşiye göre daha alt kategoride bulunan diğer öğretim elemanları yoksullaşmışlardır. Ortaya çıkan orantısız maaş farklılıklarının sonradan giderileceği belirtilmiş olmasına rağmen bu güne kadar önemli bir gelişme sağlanamamıştır. Bu haksızlık, yukarıda kanuni ve çalışma şekillerini anlattığımız öğretim elemanlarının çalışma huzurunu bozmuştur.

Öğretim elemanları içerisinde en büyük haksızlık ve mağduriyet, öğretim üyeleri kategorisinde yer almasına rağmen yardımcı doçentlere yapılmıştır. Bu unvandaki öğretim üyeleri her zaman doçent ve profesörlerden ayrı tutulmaya çalışılmış, maddi ve manevi büyük haksızlıklara, baskılara, tehditlere ve sıkıntılara uğratılmışlardır. Öyle ki, söz konusu öğretim üyeleri, bazı üniversitelerde, karşı karşıya kaldıkları haksızlıkları çözmek için mahkeme kapılarında hak ve adalet aramak zorunda bırakılmışlardır. Yapılacak araştırmada bu durumun değişik ve farklı örneklerine rastlanılacaktır.

Şu anda Yardımcı doçentlerin genelde dört temel problemi, engeli veya mağduriyeti söz konusudur. Bunların ikisi özlük hakları, ikisi ilerlemesiyle ilgilidir. Yazıda, yardımcı doçentlerin; belirtilen dört problemi veya engellerinin neler olduklarını ve nasıl giderilebileceğini açıklayan bazı önerilere yer verilmiştir. Ayrıca 2547 sayılı kanunun diğer akademisyenler ve yönetimle ilgili bazı maddelerinin değiştirilmesi konusunda da öneriler yapılmıştır.

YARDIMCI DOÇENTLERİN PROBLEMLERİ

A) Özlük Haklarıyla İlgili Problem veya Engeller

Bu problem, engel veya mağduriyet iki tanedir:

A-1) Süreli Atanma Problemi veya Engeli

Yardımcı doçentler, Kanunen (2547,3.madde;2914,3.madde) öğretim üyesi kategorisinde yer almakla beraber, bir üniversitede, her seferinde iki veya üçer yıllık sürelerle en fazla on iki yıla kadar atanabilirler.(2547,23.madde). Diğer öğretim üyeleri (profesör ve doçentler) bir üniversitede daimi (ömür boyu) görev yaparken, yardımcı doçentlere bu noktada haksızlık yapılmaya devam edilmektedir. Kanunun çıktığı ilk yıllarda rotasyon amacıyla bütün öğretim üyelerine (profesör, doçent ve yardımcı doçent), bir üniversitede ön görülen süreli çalıştırma esasları, sadece yardımcı doçentlerde bırakılarak, diğer öğretim üyeleri bu sıkıntıdan kurtarılmışlardır. Yardımcı doçentler, 2547 sayılı Kanunun 23. maddesinde belirtilen hüküm dolayısıyla, bir üniversitede on iki yılını doldurunca dört şey yapmak zorunda bırakılmışlardır: a) Emekli olmak, b) Başka bir üniversiteye geçiş yapmak, c) İş değiştirmek, d) Aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmaya razı olmak. Yardımcı doçentlerin bu problemleri, 4584 sayılı Kanunun Geçici 47. maddesine eklenen, ?yardımcı doçentlik kadrosunda görev yapan öğretim elemanlarının çalışma sürelerindeki sınırlama kaldırılmıştır? hükmüyle ortadan kaldırılmıştır. Fakat Danıştay Birinci Dairesi, 09.02.2001 tarih ve Esas 2000/202 Karar 2001/16' sayılı kararıyla, 4584 sayılı Kanunu, af Kanunu olarak değerlendirmiş ve çıkan Kanundan- sadece bir defaya mahsus- istifade edebilmek için, Kanunun yürürlük tarihinden itibaren iki ay içerisinde müracaat etme şartını ön görmüştür. Bu durum karışıklıklara yol açmış, bunu dayanak yapan bazı üniversite yöneticileri, yardımcı doçentleri, on iki yıldan sonra yukarıda belirtilen seçeneklere zorlamışlardır. Ancak mahkemeler on iki yıllık süreyi kaldırarak bu konuda nispeten rahatlama sağlamıştır. Fakat ikişer veya üçer yıllık sürelerin devam ettirilmesi, yardımcı doçentler için baskı oluşturmaktadır. Bir kısım üniversite yöneticileri, kişisel husumetleri öne çıkararak ?bilimsel kaliteyi arttırmak? bahanesini kendilerine sığınak yapmakta ve baskı uygulamaktadırlar. Buna meydan verilmemelidir. Zira Kanunun ilgili maddesi, yöneticiye, tek taraflı geniş takdir yetkisi vermektedir. Durumun bu şekliyle devam ettirilmesi, haksızlık ve baskıların sürdürülmesi anlamına gelir. Ayrıca öğretim üyeleri içerisinde sadece yardımcı doçentleri baskı altında tutmak, haksızlık ve ayrımcılıktır. Üniversitelerde baskının her türü azaltılmalı, bilimsel yönden teşvik edici çalışmalar getirilmelidir. Teşvik, sadece yardımcı doçentleri değil, bütün öğretim üyelerini kapsamalıdır. Zira yukarıdaki maddelerde (2547; 3, 22, 36; 2914; 3 vb) de belirtildiği gibi Kanun öğretim üyelerini bir bütün olarak değerlendirmiştir. Zaman içerisinde yapılan değişikliklerle yardımcı doçentler süreli atama konusunda yalnız bırakılmışlardır. Bu durum hem hukuka, hem de eşitlik ilkesine aykırıdır. Şu anda mahkeme kararlarıyla on iki yıllık süre kalkmış olmakla birlikte, iki veya üçer yıllık sürelerle atanma şekli devam etmektedir. Bu atama şeklini kötüye kullanan yöneticilere karşı pek çok yardımcı doçent, mahkeme kapılarında hak ve adalet aramak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla yardımcı doçentler; hak etmediği zülüm, baskı ve haksızlıklarla karşı karşıya kalmışlardır. Bu gün dahi haksızlık ve mahkeme kararları konusunda çeşitli üniversitelerde değişik örneklerine rastlamak mümkündür. Bir yandan maddi sıkıntılar, öte yandan süreyle ilgili oluşan çalışma stresi en iyimser deyimle yardımcı doçentleri tedirgin etmiştir.

Üstelik yardımcı doçentler, başka bir üniversiteye geçiş yapınca başlangıçtaki sınavlara tekrar girmek zorunda bırakılmışlardır. Dolayısıyla yardımcı doçentlerin çoğu kendilerine karşı yapılan haksız uygulamalar karşısında yıllardan beri mağdur edilmişlerdir. Kimi genç yaşta emekli olmuş, kimi düzenini bozarak başka bir üniversiteye geçmiş, kimisi mahkemelerde hak aramaya mecbur bırakılmış, kimisi de aynı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmak zorunda kalmışlardır. Mağduriyet ve engelin giderilmesi için 2547 sayılı Kanunun 23. Maddesinin sürelerle ilgili fıkrası yürürlükten kaldırılmalıdır. Ayrıca hangi sebeple olursa olsun, eski kurumlarından ayrılmış, emekli olmuş veya başka bir iş yahut kuruma geçmiş olan yardımcı doçentlere tekrar eski kurumlarına dönebilme hak ve imkânı tanınmalıdır.

A-2) Derece Sınırlaması Problemi veya Engeli

Üniversitelerde yardımcı doçentler hariç bütün öğretim elemanları birinci dereceye inebilmektedirler. Hatta iki yıllık yüksek okul mezunları bile birinci dereceye inebiliyor. Mesleğinde yirmi yıl ve daha fazla kıdeme sahip yardımcı doçentler üçüncü dereceden yukarıya terfi edemiyorlar. 2547 sayılı Kanun ile 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu ve bunlara dayalı olarak, 78 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameyle çıkarılan Kadro Kanunu, ilk çıktığı zaman profesörlerin birinci derece, doçentlerin ikinci derece, yardımcı doçentlerin de üçüncü dereceye kadar terfi edebileceklerini belirlemişti. Fakat zamanla doçentlerin problemleri düzeltildi, yardımcı doçentlerin problemleri olduğu gibi bırakıldı. Öğrencilerinin bile birinci dereceye inebildiği bu çok basit ve son derece önemli özlük haklarında bile, yaklaşık 28 yıldan buyana haksızlık yapılmıştır ve yapılmaya devam edilmektedir. Bu haksız derece sınırlamasıyla yardımcı doçentlerin ?göstergesi?, unvan ve kadro olarak alt kategoride bulunan öğretim görevlisinin göstergesinden daha düşük olmasına yol açmıştır. Şöyle ki; Yardımcı doçentler üçüncü dereceden yukarıya terfi edemedikleri için en fazla üçüncü derecenin sekizinci kademesine kadar ilerleyebiliyorlar. Buna karşılık gelen maaş göstergesi 1380 ve bu süreçte emekli derecesi birinci derecenin dördüncü kademesine kadar ilerlediği için emekli göstergesi 1500 dür. Yani, yardımcı doçente maaşı 1380 göstergeye göre veriliyor, vergi ve diğer kesintiler 1500 göstergeye göre alınıyor. Hâlbuki aynı durumdaki öğretim görevlisinin hem maaş ve hem de emekli göstergesi 1500 dür. Açık ve net olan bu haksızlık karşısında hayrete düşen pek çok yönetici veya şahıslar, yani çözüm üretmek konumunda bulunanlar, ne yazık ki, 28 yıldan bu yana çözüm üretememişlerdir.

B) İlerlemesiyle İlgili Problem veya Engeller

Bunlar da iki tanedir:

B-1) Yabancı Dil Problemi veya Engeli

?Türk milletinin dili, Türkçedir. Türk dili dünyada en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk dilini çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bizde Türk dili, Türk milleti için mukaddes bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz hadiseler içinde ahlakının, ananelerinin, hatıralarının, menfaatlerinin, velhasıl bugün kendi milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olduğunu görüyor. Türk dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.?

?Milli his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin milli ve zengin olması milli hissin inkişafında başlıca müessiftir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir, yeter ki bu dil şuurla işlensin?

?Ülkesinin yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır? (Atatürk, 1930). Erol Güngör (2006), Türk Kültürü ve Milliyetçilik adlı eserinde; Osmanlı bürokrasisi, gerek idari hizmetlerde gerekse ilmiye mesleğinde şu üç vasfı esas tutuyordu diyor: ?Türkçe bilmek, Müslüman olmak, iyi bir tahsil ve terbiyeden geçmek.? Bu gün ne Atatürk'ün dil ile ilgili görüşleri, ne de Osmanlı imparatorluğunun ön gördüğü vasıflar söz konusudur. Üniversitelerde ise, her şey Üniversitelerarası Dil sınavından (ÜDS) 65 puan almaya bağlanmıştır. Bu rakam bütün kapıları açmaya yetkili ve etkilidir! Bu rakam aynı zamanda dil bilginiz için de bir ölçüdür! Bu rakamı alabilirseniz o yabancı dili biliyorsunuz, değilse bilmiyorsunuz demektir! Ne yazık ki bu zihniyet henüz kırılmamıştır. Oktay Sinanoğlu (2000;14), ?Türkiye'deki safdiller diyor ki: ?dünya küreselleşti, dünya İngilizce konuşuyor.' Cezayir, Tunus gibi ülkeler ise diyorlar ki: ?Dünya küreselleşti, dünya dili Fransızca oldu.' Eski Sovyetlerdeki sözüm ona bizim akrabalarımız olanlar da (oralara gidince görüyoruz), diyor ki: ?Hayır efendim, dünya dili Rusça oldu, eğitim dili Rusça olsun.' Her biri böyle bir şey diyor, hangisi doğru? Hepsi birden doğru olamaz, demek ki birilerine bir şeyler yutturulmuş? diyor. Gerçekten de hangisi bilim dilidir? Dili bilim dili haline getiren o ülkenin insanlarıdır. Türkçe, Türk Milletinin dilidir ve bilim dilidir. Türkçenin bilim dili olma imtiyazını kimseden almaya gerek yoktur. Türkçenin bilim dili olmadığını belirten sözler, büyük bir talihsizliktir.

Özetle yardımcı doçentler için başka bir mağduriyet veya engel de, merkezi yabancı dil sınavı konusunda yaşanmaktadır. Yardımcı doçentler, sahip oldukları unvanlarını elde edinceye kadar; yüksek lisans, doktora ve yardımcı doçentlik aşamalarında, yabancı dil sınavlarına girip başarılı olmuşlardır. Bu başarılarına rağmen, ?olmadı bir daha? mantığıyla, yeniden merkezi yabancı dil sınavına tabi tutulmaları ayrı bir haksızlıktır. 2547 Sayılı Kanun ilk çıktığı yıllarda (06. 11. 1981), doçentlik unvanına sahip olup profesör olmak isteyenlere de, şimdiki sisteme benzer merkezi yabancı dil sınavı öngörülmüştü. Birkaç kez sınava girip başarılı olamayan o dönemdeki doçentler, bu duruma şiddetle itiraz ettiler, kısa sürede, 1991 yılında 2547 Sayılı Kanunun ilgili maddesi değiştirilerek, profesör olmak isteyen doçentlerden yabancı dil sınavı şartı kaldırıldı. Böylece profesörlük daha kolay elde edilebilen bir unvan oldu. Bunun açık göstergesi, doçent olduktan sonra, zorunlu beş yılın sonunda, hemen her kesin profesör unvanını çok rahat elde etmeleridir (bkz. Tablo 1). Bu sürenin sonunda Profesör olamayanların çoğu, bilimsel eksiklikten ziyade, yönetim kademeleriyle sağlıklı ilişki kuramaması veya yönetim kademeleriyle düşünce paralelliğinin bulunmamasıdır. Ciddi bir denetim sonucunda durumun böyle olduğu görülecektir.

Yardımcı doçentlikten doçentliğe geçişte yabancı dilin öncelikli hale getirilmesi ve ÜDS türü sınavlarla zorlaştırılması, akademik unvanların kapısını kırsal kesimden gelen gençlerimize kapatma anlamına gelmektedir. Gençlerin tamamı kolej veya yabancı dil hazırlıklı okullarda okuma imkânı bulamadığına göre, yabancı dilin akademik unvanların önünü kapatan bir unsur haline getirilmesi, bu imkânı bulamamış fakat zeki ve çalışkan gençlerimize haksızlık olduğu gibi, insan kaynağının enerjisini yan unsurlarla tüketmek anlamını da taşımaktadır. Ortaçağdan itibaren insanını kendi dilinin dışında eğitim yapmaya zorlayan Türk Milleti, bu anlayışı ile bugüne kadar eğitiminde hangi başarıyı sağlayabilmiştir? Dünyanın hangi ülkesinde yabancı dil, bilimin önündedir?

Yabancı dil bilimden öncelikli değildir ve olmamalıdır. Ne yazık ki mevcut sistemde yabancı dil her şeyin üzerinde ve önündedir. Bu gün akademisyenlerin çoğu bilimi bırakıp kendi işlerine hiçbir zaman yaramayacak olan merkezi yabancı dilin sınavları için zaman harcıyorlar. Pek çoğunun bu konuda ruhsal yapısı bozuluyor. Merkezi yabancı dil çoğu yetenekli akademisyenlerin önünü tıkamıştır. Bu doğru bir yaklaşım değildir. Bunun için yabancı dil şartını ön gören 2547 sayılı Kanunun 24. Maddesinin ilgili bendi yürürlükten kaldırılmalıdır. Bu konuda ısrar edilecekse mesela, merkezi dil yerine üniversitelerin tıpkı yardımcı doçentlikte olduğu gibi tanımı kanunda belirtilmek üzere, kendi bünyelerinde yapacakları dil sınavları olabilir. Merkezi dil barajını aşamayanlara daha fazla eser üretme alternatifi verilebilir, yeni açılan üniversitelere -kadrosu kendi üniversitesinde kalmak şartı ile- iki yıl çalışma zorunluluğu getirilebilir veya bir defaya mahsus olmak üzere yabancı dil kaldırılarak mevcut birikim eritilir ve sorun çözülebilir. Yabancı dilin zorunlu hale getirilişiyle gerekliliği farklıdır. Yabancı dil akademisyenin önünü tıkamak için zorunluluk arz etmemelidir. Her türlü dayatma olumsuz olduğu gibi bu da olumsuzdur. Bu açıdan mevcut yaklaşım tarzı doğru değildir. Akademisyenleri merkezi dil sınavında 65 puana mahkûm etmek yanlıştır. Bu durum üniversitelerde yardımcı doçentler için yaşanan ciddi bir sorundur ve mutlaka çözülmelidir. Çünkü Atatürk'ün dediği gibi ? ilim yabancı dille değil, tetkikle olur? (bkz. Aselsan Dergisi).

B-2) Sözlü Sınav Problemi veya Engeli

Bilindiği gibi doçentlik aşamasında ön şartlı olarak üç sınav söz konusudur; birincisi merkezi yabancı dil sınavından (ÜDS) 65 alma şartı. Bu şart diğer sınavlara girebilmek için önceliklidir. İkincisi eserlerden ön görülen kriterleri tutturması ve jürinin bunu onaylamasıdır. Eser incelemesinde nitelik ve nicelik aranmaktadır. ?Nicelik?, sayıyı ifade ettiği için anlaşılabilir bir kriter olmakla birlikte, ?nitelik? jürinin keyfine ve inisiyatifine bırakılmıştır. Sadece Jüri üyelerinden bazıları eser inceleme aşamasında doçent adayının eserlerini çok beğendiğini belirtirken bazıları ise aynı eserleri yerden yere vurarak çok sert bir eleştiriye tabi tutmaktadırlar. Burada ölçü ne olacaktır? Hukukta ?ölçülülük? diye bir kavram söz konusudur. ?Ölçülülük? yerli yerine konulup doçent adayının haklarını gözeten unsurlara yer verilmezse, ortaya çıkan veya çıkacak olan keyfiliğin önüne geçmek mümkün olamaz. Bu gün yaşanan durum budur. Beş kişilik jürinin üçü eserleri onaylamazsa bu aşamadan başarılı olunamaz.

Doçentlikteki bu keyfilik öğretim üyeleri içerisindeki sayısal veriler dikkate alınırsa rahatlıkla anlaşılabilir (Tablo 1). Tablo 1'in verilerinden de anlaşılacağı gibi yıllık olarak öğretim üyeleri içerisinde sayısı artmayan öğretim üyeleri sadece doçentlerdir. Burada profesörlerin yıllık artışı 650-700 civarında, yardımcı doçentlerin 1000-1100 civarındadır. Doçentler ise yıllık olarak 2002-2003 öğretim yılında bir önceki yıla (2001-2002) göre 148, 2003-2004 öğretim yılında, 2002-2003 öğretim yılına göre 88 eksilmiştir. Tabloda sadece 2004-2005 öğretim yılındaki doçent sayıları bir önceki yıla göre 108 civarında artış göstermiştir. Üç öğretim yılının tamamı dikkate alınırsa doçent sayılarında artış değil düşme söz konusudur. Bu manzara Türkiye'nin gelişimine uygun değildir ve aynı zamanda düşündürücüdür.

Eserden geçilmeyince aday üçüncü aşama olan sözlü sınavına giremez. Bu ikisi başarılırsa üçüncü aşama olarak sözlü sınavına girmek ve jürinin sorduğu soruları cevaplandırmak zorundadır. Sözlü sınavların da bir ölçüsü yoktur. Sözlü sınavlar nasıl yapılacak, kimler kaç soru soracak, bu soruların doğru cevapları nasıl puanlanacak, bu cevaplar eser incelemesinden alınan puanları ne kadar etkileyecek bunlar belli değildir. Burada jüriye çok geniş bir takdir yetkisi ve inisiyatifi tanınmış, doçent adayın hakları dikkate alınmamıştır. Üstelik sözlü sınavlar kapalı kapılar arkasında yapılıyor ve adaya ne sorulduğu, ne sorulacağı da belli değildir. Her şey beş kişilik jüriden üç kişinin inisiyatifine bırakılmıştır. Sözlü sınavdan üç sefer başarısız olan aday başka bir alandan yeniden müracaat etmek zorunda bırakılıyor. Böyle bir haksızlık, mağduriyet ve engel çok kişiyi sıkıntıya sokmuştur. Bu açıdan sözlü sınavlar da kaldırılmalıdır. Bunun için 2547 sayılı Kanunun 24. Maddesinin ilgili bendi yeniden düzenlemeye tabi tutulmalıdır. Şayet devamında yarar görülüyorsa (bize göre hiçbir yararı yoktur) o zaman, kapalı kapılar ardında değil, açık ve şeffaf yapılmalıdır. Ayrıca kime hangi tür soruların sorulacağı, doçent adayının hangi tür bilgilerle, ne kadar süre ve bu süre içerisinde verdiği cevaplarda kaç puan alması gerektiği konusu ayrıntılı bir şekilde, ölçme değerlendirme tekniğine uygun olarak belirtilmelidir. Bu sınavın diğer sınavlara puan katkısı da belirtilmelidir. Şu anda sistem tamamen keyfidir. Üstelik gizli ve herkese kapalıdır. Bu keyfiyet doçent adaylarını yıldırmış ve ürkütmüştür.

Sistemin bu şekilde devamından yarar görülüyorsa (ki, hiçbir yararı yok), şu konuya da yer verilebilir. Öğretim üyeleri içerisinde en yüksek unvan profesörlük olduğuna göre o zaman doçentlik sınavı profesörlük unvanına taşınsın, doçentlik unvanı yardımcı doçentlikte olduğu gibi üniversiteler tarafından yapılsın. Zorlaştırmaktan zevk alınıyorsa bu, profesörlük unvanında yapılsın. Çünkü yapılanlar ?kalite? adına zorlaştırmaktan başka bir şey değildir. Kanaatimce ?kalite?, bu işin sadece bahanesidir.

Sonuç ve Bazı Öneriler

2547 sayılı Kanun 12 Eylül 1980 askeri müdahale şartlarında hazırlanmış ve çıkmıştır. Bu açıdan şekil itibarıyla zayıfı ezen, güçlü olanı koruyan bir yapıdadır. Yönetim birimleri genellikle; astlarına karşı yetkili, üstlerine karşı sorumluluk taşımaktadırlar. Zamanla öğretim üyeleri arasında statü farklılığı artış göstermiş, bu konuda özellikle yardımcı doçentler, ciddi mağduriyet ve haksızlıklara uğramışlardır. Ayrıca öğretim üyeleri içerisinde yardımcı doçentler ve diğer öğretim elemanları gün geçtikçe maddi kayıplara da uğramış ve yoksullaşmışlardır. Bir zamanlar aynı kıdem ve dereceye sahip öğretmenin bir buçuk iki katı maaş ve ücret alan söz konusu öğretim elemanları, neredeyse aynı derece ve kıdeme sahip öğretmenin gerisine düşürülmüştür. Ne yazık ki bu gün pek çoğu, derece ve maaş itibarıyla kendi öğrencisinin bile gerisindedirler. Açıkçası, söz konusu öğretim elemanları geçim derdine düşmüşlerdir.

Unvanlara geçiş yapmak, her geçen gün insanlara bıkkınlık verecek derecede zorlaştırılmıştır. Özellikle doçentlik sınavlarında yapılan haksızlıklar, keyfi uygulamalar, sübjektif sözlü uygulamaları devam ettirilmektedir. Hiçbir yararı olmayan yabancı dil ve sözlü sınavların sürdürülmesi anlamsızdır. Mutlaka kaldırılmalı ve bu konuda mağdur olanların mağduriyetleri giderilmelidir. 28 Haziran 2008 tarihinde Resmi gazetede yayımlanan 5772 sayılı Kanunla getirilen değişiklik ve ilaveler, problemi çözmeye yönelik değildir. Aksine yeni problem ve zorlaştırmalar getirmek için yöneticilerin işini kolaylaştırmaya yöneliktir. Zira bu tür uygulamalar geçmişte de yapılmış fakat vazgeçilmiştir. Türkiye'nin yeni üniversitelere ve yetişmiş insan gücüne ihtiyacı varken, suni gerekçelerle işi zorlaştırmak, iyi niyetli olmayan bazı yöneticilerin işini kolaylaştırmaktan öteye bir yarar getirmeyeceği kanaatindeyim. Dolayısıyla bu güne kadar unvanlara sahip olmada objektif kriterler oluşturulamamıştır. Oluşturulan kriterler, objektif ve şeffaf değildir. Öğretim üyelerinin yükselmeleri, kişilerin inisiyatifine bırakılmıştır. Oysa bu inisiyatifler objektif ölçülere bağlanarak yöneticilerin etkileri ortadan kaldırılmalıdır. Böylece iyi niyet taşımayan bazı yöneticiler zamanlarını, insanlara nasıl haksızlık yapacaklarıyla ilgili değil, üniversitelerini daha başarılı kılmak için ne yapmaları lazım geldiğiyle ilgili harcamaya yöneltebilirler. Çalışmalarında yanlışlık yapan, haksızlık yapan, görevini kötüye kullanan öğretim elemanları, memur veya öğrenci olursa, hukuk kuralları onun gereğini yapar. Üniversitelerde, demokratik yapı ve rahat düşünebilme ortamlarının da çok sağlıklı işlemediğini düşünüyorum. Sağlıklı işletilebilmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması kaçınılmazdır.

AYRICA ŞUNLARDA DÜŞÜNÜLMELİDİR (DÜŞÜNÜLEBİLİR)

1. Türkiye'nin nüfus yapısı ve eğitim talebi göz önüne alınarak yeni üniversitelerin kurulması ve açılması kaçınılmazdır. Bu açıdan her ile yeni üniversitelerin açılması doğru bir yaklaşımdır. Bundan sonra Ankara, İstanbul ve İzmir'in dışında nüfusu belirli sayıya ulaşmış illerde ikinci veya üçüncü üniversite açılmalıdır. Mesela Türkiye'nin Batısından başlanarak; Bursa, Balıkesir, Kocaeli, Sakarya, Kayseri, Konya, Denizli, Antalya, Mersin, Adana, Gaziantep, Elazığ, Diyarbakır, Van, Erzurum, Trabzon, Samsun gibi nüfus ve alt yapısı müsait illerde yeni üniversiteler kurulmalıdır. Üniversitelerin kuruluşu ile birlikte akademik personel ve öğretim elemanları için; tıpkı 1981 yılındaki gibi yeni personel sistemi ve rejimi düşünülmelidir. Bazı ülkelerde olduğu gibi öğretim üyeliği, yani akademisyenlik doktora ile sınırlı olmalıdır. Doktorluk unvanını alan herkes öğretim üyesi sıfatını taşımalıdır. Zira doktora unvanını elde etmek kolay değildir. Lisanstan sonra yabancı dil ve bilim sınavı sonucu öncelikle yüksek lisans yapmak gerekiyor. Yüksek lisans bir yıl ders, bir yıl tez olmak üzere en erken iki yılda tamamlanmış olur. Bundan sonra doktora programına girmeye hak kazanılır. Doktora programına kaydolabilmek için yine yabancı dil ve bilim sınavına girmek gerekir. Bu sınavları geçenler doktora programına girmeye hak kazanırlar. Programa kayıt yaptıranlar bir yıl belirli dersleri okuyarak belirlenmiş olan kredi limitlerini doldururlar; sonra yeterlilik sınavına tabi tutulurlar. Sınavı başarıyla tamamlamış olanlar, çalışılmamış bir konuda orijinal tez hazırlamak ve bunu beş kişilik jüri önünde savunmak zorundadırlar. Jürinin adayı başarılı bulmasıyla doktorluk unvanına sahip olunur. Bir kişinin lisans eğitiminden sonra doktora unvanını alabilmesi için en az beş-altı yıllık bir sürenin geçmesi gerekir. Lisansla toplarsak bu süreç on yıl eder. Onun için kolay elde edilen bir unvan değildir. İnsanları bundan sonra tekrar tekrar sınava tabi tutmak yanlış bir yaklaşımdır. Sadece bilimsel faaliyetleri denetlenmelidir. Bunun için mevcut sistem ortadan kaldırılmalı, doktorasını bitiren her kese bütün kapılar açık olmalıdır. Mevcut unvanların korunması düşünülüyorsa o zaman sadece yıl ve bilimsel çalışma şartları belirtilmeli, belirtilen şartlar objektif kriterlere dayandırılmalı, insanı insanla denetleyen mekanizmalardan uzak durulmalıdır. Yani insanların unvan almaları kişilere bağlı olmaktan kurtarılmalı, objektif ölçülere dayandırılarak sisteme bağlı hale getirilmelidir.

2.Mevcut sistem sürdürülecekse, yardımcı doçentlerin özlük hakkı olan derece sınırlandırılmasıyla çalışmadaki süre sınırlandırması (23. maddenin ilgili bendi) ortadan kaldırılmalıdır. Yardımcı doçentlerin 3. dereceden yukarıya terfi etmeleri engellenmiştir. Üniversitelerde akademik unvana sahip olsun veya olmasın bütün öğretim elemanları, yani okutmanlar, öğretim görevlileri, uzmanlar vb. 2914 Sayılı Üniversite Personel Kanunu ve 78 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin üniversitelere tahsis ettiği kadro cetvellerine göre, 1. dereceye terfi etmelerinde engel bulunmazken, yardımcı doçentlerin 3. dereceden yukarıya terfi etmeleri imkânsız hale getirilmiştir. Bu haksızlık ilgili Kadro Kanunu (78 Sayılı KHK) eklerinde düzeltme yapılarak giderilmelidir. Bu hem akademik unvan üstünlüğünün özlük hakları bakımından sağlamayı gerektiren yarara, hem de Anayasanın eşitlik ilkelerine (Anayasa m.13) aykırıdır.

3. Mevcut sistemde doçentliğe geçişteki merkezi yabancı dil şartı kaldırılmalı, eser ve çalışmalar objektif ölçüler içerisinde değerlendirilmelidir. Ayrıca sözlü sınavlar da kaldırılmalıdır. Şayet devamında yarar görülüyorsa yukarıda da işaret edildiği gibi o zaman kapalı kapılar arkasında değil açık, şeffaf ve kime hangi tür soruların sorulacağı, doçent adayının hangi tür bilgilerle, ne kadar süre ve bu süre içerisinde verdiği cevaplarda kaç puan alması gerektiği konusu mutlaka belirtilmelidir. Şu anda sistem tamamen keyfidir.

4. Mevcut sistemde akademisyenler için merkezi yabancı dil sınavı her şeyin üzerindedir. Akademisyenler merkezi yabancı dilden 65 almak için zaman harcıyorlar. 65 rakamı çoğu yetenekli akademisyenin önünü tıkamıştır. Bu konuda ısrar edilecekse mesela, merkezi dil barajını aşamayanlara daha fazla eser üretme alternatifi getirilebileceği gibi bir defaya mahsus kaldırılabilir. Hatta gerekirse, kadrosu üniversitelerinde kalmak şartı ile bütün yardımcı doçentler, iki yıllığına yeni açılan üniversitelere doçent unvanıyla gönderilir ve sonra üniversitesine hiçbir şarta bağlı olmaksızın doçent kadrosuyla dönmesine izin verilir. Bu sistemin devamında yarar görülüyorsa, mutlaka sorun çözmek için alternatifler üretilmelidir. Zira bu durum üniversitelerde ciddi bir sıkıntıdır.

5. Yönetim kademeleri şeffaf ve demokratik olmalıdır. Her kademe doktorasını bitirmiş herkese açık olmalıdır (belirli tecrübe ve kıdemler aranabilir). Seçim her yönetim kademesinde kesin olarak yer almalıdır. Rektörlük seçimleri iki dereceli yapılarak üniversitelerde en fazla oy alan iki aday doğrudan doğruya Cumhurbaşkanın önüne konmalı, iki aday arasında seçim yapılmalı ve üniversiteye dört yıl için rektör atanmalıdır. Bu durum Cumhurbaşkanını rahatlatacak ve YÖK'ün yükünü hafifletecektir. Ayrıca adayların değişik fakültelerde çıkmasına kanuni bir zorunluluk getirilmelidir. Çünkü mesela tıp fakültesi olan üniversitelerde rektör adayları ve rektörler çoğunlukla tıp fakültelerinden seçiliyor. Bunun önüne geçilmelidir.

6. Öğretim üyeleri (profesör, doçent ve yardımcı doçent) için ders ücretleri kaldırılmalıdır. Birinci ve ikinci öğretimde ücret olarak verilen rakamların toplamı maaşlara ilave edilmeli, maaşlar iyileştirilmelidir. Öğretim üyelerinin daha fazla derse girmesi isteniyorsa, maaş karşılığı girdikleri ders saatleri on saatten on beş saate çıkarılabilir. Öğretim üyelerine maaş dışında bir ücret verilecekse, ders ücretleri yerine yaptığı bilimsel çalışmalar değerlendirilmeli ve ciddi olarak ücretlendirilmelidir. Yani ücretler komik rakamlar değil, ciddi miktarlar olmalı ve insanlar buna teşvik edilmelidir. Öğretim üyelerinin çoğu bilimsel faaliyetlerini cebinden para harcayarak yapmaktadırlar. Bilimsel faaliyetler için yurt içi veya yurt dışı toplantılarda tebliğ sunarken yolluk ve yevmiye dahi alamamaktadırlar. Toplantı, ders dönemine geliyorsa girmediği dersin ücretini alamıyor. Asli görevleri arasında yer alan bilimsel faaliyetler için hiçbir ücret alamıyor. Bu ciddi bir haksızlık ve eksikliktir. Mutlaka çözülmelidir. Öğretim üyelerine ders ücreti değil, dolgun maaş ve yaptıkları bilimsel faaliyetlere dolgun ücretler ödenmelidir. Bilim adamları akşama eve götürecekleri ekmek parasını düşünmemelidirler. Şu anda üniversitelerde geçim sıkıntısı çeken öğretim üyeleri iki saat fazla derse girip ücret almak için çırpınıyor; bu yüzden üniversitelerde arkadaşlarıyla ilişkileri bozulan öğretim elemanlarının sayısı az değildir. Burada da genel olarak güçlü olan zayıfı ezmektedir. Bu yanlış mutlaka düzeltilmeli ve problem çözülmelidir. Ayrıca haftada kırk saat derse girmekle verimli olunamayacağı gibi bilimsel faaliyet yapmak da zordur.

7, Maaşlar dengeli olmalıdır. Aynı işi yapan ve eğitimleri aynı olan kişiler arasında bugünkü gibi uçurumlar oluşturulmamalıdır. Profesör veya doçentin yardımcı doçentten fazla olarak gördüğü bir eğitim yoktur. En üst eğitim kademesi doktoradır. Ayrıca öğretim görevlisi, okutman, uzman ve araştırma görevlisine verilen maaş da dengeli olmalıdır.

8. Bütün çalışma ortamları gibi imkânlar rahatlatılmalıdır. Yetişmiş insanın önü suni gerekçeler oluşturularak tıkanmamalıdır. Mevcut sistem tıkayıcıdır. Doktora yapmak, yardımcı doçent olmak, yardımcı doçentlikten doçentliğe geçiş yapmak her geçen gün zorlaştırılmış ve insanların önü tıkanmıştır. İnsan emekleri, hayatında hiç lazım olmayacak olan boş şeylerle geçirilmektedir. Bir zamanlar İngilizlerin Hindistan'da logaritma cetvellerini ezberleterek Hint çocuklarını eğitimden bıktırdıkları gibi, gittikçe Türk insanına bıkkınlık veren ve ruh sağlığını bozan sınav maratonları gözden geçirilmelidir. Hangi gelişmiş ülkede bu kadar sınav var, biz hangi ülkeyi veya ülkeleri örnek alıyoruz. Mevcut akademik sistem, yukarıda işaret edildiği gibi çağın gereği olarak değiştirilmeli veya tümüyle gözden geçirilmeli ve iyileştirilmelidir. Bu şekilde devam etmesi, bir kısım akademisyenleri ve diğer öğretim elemanlarını sıkıntıya sokmuştur.

9. Mevcut sitemde doçentlik, profesörlükten daha zor elde edilen bir unvan haline getirilmiştir. Bunu anlamak da oldukça zordur. Dolayısıyla bu sistemde önemli olan doçentlik unvanını elde etmektir. Doçent olan bir aday, yönetim kademesiyle problemi yoksa, kanuni beş yıllık süresinin sonunda çok rahat profesör olmaktadır. Üniversitelerde, profesör yapılmayan çok az sayıdaki doçentin bazı istisnalar hariç, genel olarak yönetim kademesiyle sıkıntısı vardır. Unvan sıralamasında profesörlük son aşama olmasına rağmen mevcut sistemde kolay elde edilebilen unvan haline getirilmiştir. Mevcut sistemin devamında yarar görülüyorsa, doçentlik aşamasına kadar üniversiteler sınav yapmalı, şu anda doçentlik için ön görülen sınav şartları profesörlük unvanı için düşünülmelidir. Bunun daha doğru bir yaklaşım olacağını düşünüyorum zira aradaki unvanı zorlaştırmak yerine son unvanı zorlaştırmak daha mantıklıdır.

10. Araştırma görevlisi, okutman, öğretim görevlisi, uzman ve çeviricilerin durumları rahatlatılmalı, özlük hakları düzeltilmelidir. Onlarda belirli yıllarla atanma yerine mevcutlar daimi kadrolara atanmalı, yeni alınacaklar kanunun ön gördüğü çalışma süreleri ve başarı şartları getirilmeli, maaşları da düzeltilmelidir.

Yükseköğretim Kurulu, başta akademisyenlerin durumları olmak üzere 2547 sayılı Kanunda değişiklik yaparak gerekli düzeltmeleri yapmalıdır. Bunun için mevcut kanunlarda köklü değişikliğe gidilmesi zorunlu ve kaçınılmazdır. Akademisyenlerle ilgili belirtilen sorunların çözümünde kararlılık gösterilmesi, üniversitede görev yapan öğretim elemanlarını rahatlatacak ve huzurlu çalışma ortamı getirecektir.

Bilgi ve gereğini saygı ile arz ederim.

Kaynaklar:

Güngör, Erol (2006), Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken yay.,İst.

Sinanoğlu Oktay (2000), Bye-Bye Türkçe, Otopsi Yay., İst.

Yükseköğretim Kanunu, Kanun No: 2547, Kabul Tarihi, 04.11.1981, Resmi Gazetede yayımı 06.11.1981.

Yükseköğretim Personel Kanunu, Kanun No:2914, Kabul tarihi, 11.10.1983.

4584 Sayılı Kanunun.

5772 Sayılı Kanun ile diğer kanun ve kararnameler (mesela 78 Sayılı KHK).

http://www.yok.gov.tr/istatistikler/istatistikler.htm (07.01.2009)

* Sakarya Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyal Hizmet Bölümü Öğretim Üyesi

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber