Vakıflar Kanunu Tasarı Taslağı hakkında değerlendirme

Kaynak : Memurlar.Net
Haber Giriş : 20 Nisan 2005 14:37, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

VAKIFLAR KANUNU TASARI TASLAĞI HAKKINDA DEĞERLENDİRME:

Vakıflar Kanunu Tasarı Taslağının kamuoyunda ?Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma' çerçevesinde ele alındığı belirtilse de taslağın içeriğine bakıldığında sadece Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün örgütsel yapısını düzenlemekle kalmamakta, Mazbut, Mülhak, Cemaat ve Esnafa Mahsus Vakıflar hakkında düzenlemelerin bulunduğu görülmekte, Vakıflarla ilgili mevzuatı derneklerde olduğu gibi tek bir kanun çatısı altında birleştirmeyi planlamaktadır. Statüleri ve yasal dayanakları tamamen farklı olan mazbut, mülhak ve yeni vakıflar hakkında aynı maddelerin uygulanması için düzenlenen taslağın, mevcut haliyle uygulamada birçok aksaklıklara sebebiyet vereceği düşünülmektedir. Bazı basın organlarında Cemaat Vakıfları hakkındaki maddelerin tasarının genelinin önüne geçtiği, diğer maddeleri hakkında kamuoyunun yeterince bilgilendirilmediği, hatta önde gelen sivil toplum kuruluşları da tasarının cemaat vakıflarına ilişkin maddeleri hakkında görüş bildirip kendilerini ilgilendiren konularda nedense fazla açıklama yapmadıkları görülmektedir.

Vakıflar genel bir tabirle yeni vakıflar ve eski vakıflar olarak ikiye ayrılır. Yeni vakıflar denildiğinde Türk Medeni Kanunu'na göre kurulan Cumhuriyet Sonrası vakıfları ifade ederken, eski vakıflar denildiğinde de Türk Medeni Kanunu'ndan önce kurulan Cumhuriyet öncesi vakıfları ifade etmektedir. Eski Vakıflar da kendi içerisinde Mazbut, Mülhak, Cemaat ve Esnafa Mahsus vakıflar olarak adlandırılır ve bu vakıflar halen 2762 sayılı Vakıflar kanunu'na göre faaliyetlerini sürdürmektedir. Adı geçen kanunda cemaat vakıfları mülhak vakıf statüsünde değerlendirilmiştir,

2762 sayılı Vakıflar Kanunu, 1935 yılında hazırlanmış olup, 9 yıllık bir hazırlık dönemi sonrasında yürürlüğe konmuştur. Kanunun hazırlanmasında, bütün devlet kurumlarının yazılı görüşlerinin alınmasının yanı sıra, o devrin en meşhur Avrupalı hukukçularından İsveç'li Profesör Hans Leemann da ülkemize davet edilmiş ve o da uzun bir inceleme dönemi sonunda görüş vermiş, yasa bütün bu çalışmalardan sonra Meclisten geçirilmiştir. Böylesi bir hukuk şah eseri üzerinde top yekün tasarrufta bulunurken çok dikkatli olmak gerekeceği izaha lüzumu bile olmayan önemli bir husustur.

Cemaat Vakıfları düzenlemesi Lozan Antlaşmasının sonucu olarak azınlıkların dinsel ihtiyaçlarını karşılanması için yapılmıştır. 1. Dünya Savaşından sonraki antlaşmalarda yer alan azınlık hakları 2. Dünya Savaşından sonraki antlaşmalarda bu ölçüde yer almamıştır. Türkiye Cumhuriyeti 2. Dünya Savaşına girmediği için 1. Dünya Savaşından sonra imzalanan Lozan antlaşmasının hükümleri yürürlükte kalmış dolayısıyla azınlık konusu gündemden düşmemiştir.

Bu gün üzerinde uzlaşılmış ve genel kabul görmüş bir azınlık hakkı statüsü de söz konusu değildir. Uluslararası hukukta vurgu, azınlıklardan ziyade bireyedir. Azınlıklar söz konusu olduğunda da, öne çıkan husus yine bireysel hakların korunması olup, azınlıklara kolektif haklar tanınmasına bu gün bile pek iyi gözle bakılmamaktadır. Yani, geçmişte azınlık haklarından anlaşılan şey, aslında bu gün bireysel haklar içerisinde birey esas alınarak tanınan haklardan ibaret olmaktadır. Bu kavramın, azınlık hakkı adı altında alt toplum gruplarının siyasalaşmasına ve giderek ayrılıkçı taleplerde bulunmasına zemin hazırlayacak, bu grupların tüzel kişilikler etrafında örgütlenip, sonuçta beli gruplara tüzel kişilik tanınması anlamına gelebilecek gelişmelere yol açar şekilde kullanılması, dünyanın bu gün geldiği noktada söz konusu değildir. Bütün bunlar birlikte düşünüldüğünde, Lozan Antlaşması ile Müslüman Olmayan azınlıklara tanınan haklar ve bu arada onların vakıflarına tüzel kişilik tanınması uygulaması, Avrupa Birliği ülkelerinde tanınan azınlık hakları kavramının ötesindedir ve kolektif haklar olarak nitelenebilecek hak durumundadır. Nitekim Yunanistan'ın Lozan'ı bunca ihlal eden davranışları, bireysel hakları ihlal etmediği sürece Avrupa Birliği açısından önem taşımamakta, ne Avrupa Konseyi ne de Avrupa Birliği Kurumları bu ihlallere karşı harekete geçmemektedir. Son zamanlarda Yunanistan aleyhine gerçekleşen bazı İnsan Hakları Sözleşmesi ihlal kararları, tamamen bireysel hakların ihlaline yönelik şikayetler üzerine verilmiş kararlardır.

Türkiye'deki azınlık vakıflarından ziyade, azınlıklara tanınan bireysel haklar konusu Avrupa Birliği açısından hukuki bir anlam taşımaktadır. Nitekim Avrupa Birliği, Türkiye'nin kurucu anlaşması olan Lozan Anlaşmasına taraf olmadığı için, değerlendirmelerinde bu anlaşmayı esas almamakta, kendi müktesebatına uygun olan kavramlardan hareket etmektedir. Bu ise, Lozan anlamında değil, fakat kendini her türlü dinsel, dilsel ve etnik azınlığa mensup sayan kişilerin bireysel haklarının tanınmasıdır. Bu haklar arasında, bu azınlıklara tüzel kişilik tanınması anlamına gelebilecek azınlık temeline dayalı tüzel kişiliklerin kurulması bulunmamaktadır. İşte ayırt edilmesi gereken nokta burasıdır ve bizdeki azınlık vakıflarının, bu anlamdaki Avrupa Müktesebatı ile ilgisinin kurulması yanlış bir yaklaşım olmaktadır. Terim benzerliğinden başlayan bir anlam kaydırması yapılmaktadır. Söz konusu cemaat vakıfları hakkındaki düzenlemeler uluslar arası hukukun temel prensibi olan mütekabiliyet ilkesine bağlı olmadan yapılması, cemaat vakıflarına eşitlikten ziyade ayrıcalık tanınması ileride çıkabilecek muhtemel olumsuz gelişmelerden sonra milli çıkarların tehlikeye girebileceği, siyaseten de, ucu açık olan ve en az 15 yıl süreceği ilan edilen bir müzakere süreci için bu günden böylesi aşırı bir ?taviz? verilmesinin doğru olmadığı, dolayısıyla bu düzenlemenin, siyaseten ve hukuken de gerekli ve zorunlu olmadığı anlaşılmaktadır.

DENETİM KONUSU
Taslağın 37. Maddesi Kurumun denetimini içermekte ve kurumun İç denetiminin Başkan tarafından görevlendirilecek iç denetçiler tarafından yapılacağı hüküm altına alınmaktadır. Kurumun örgütsel yapısına bakıldığında tasarının 58. Maddesiyle Rehberlik ve Denetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı oluşturulmakta vakıflar ve vakıflara ait işletmeler ile sermayesinin yüzde ellisinden fazlası vakıflara ait olan kurum ve kuruluşları denetleme görevi verilmektedir.. Vakıflar Genel Müdürlüğü; 17.02.1926 tarihinden önce kurulmuş 39.850 adet mazbut vakfı tek çatı altında birleştirerek yönetmekte ve denetlemekte, 161 adeti Cemaate, 1 adedi esnafa mahsus olmak üzere toplam 465 adet mülhak vakıf ile Türk Medeni Kanunu'na göre kurulan 4530 adet vakfın denetimini halen kamu adına gerçekleştirmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü tarihten milletimize miras olarak bırakılmış vakıfları idare ve temsil etmesi dolayısıyla bir nevi emanetçi kuruluştur. Çünkü bilindiği üzere vakıflar kamu kuruluşu olmayıp özel hukuk tüzel kişiliğine sahip kuruluşlardır. Buradan çıkarılacak sonuç ise Kurumun en önemli fonksiyonunun denetim olduğudur.

Tasarıya bakıldığında ikili bir denetim sistemi öngörülmekte, kurumun iç denetimi (Cumhurbaşkanı'nın veto ettiği Kamu Yönetim Temel Kanunu'nu yürürlüğe girmesi durumunda) İç Denetim Koordinasyon Kurulu'na bağlı olarak çalışacak iç denetçiler tarafından yapılması, kurumun denetimi altında bulunan vakıfların (mazbut, mülhak, yeni) denetiminin ise Rehberlik ve Denetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı tarafından yapılması öngörülmektedir. Ayrıca şu andaki denetim hizmetini yürüten Teftiş Kurulu Başkanlığı direkt Genel Müdür'e bağlı olarak çalışmaktayken taslaktaki denetim hizmeti daire başkanlığı düzeyine indirgenmekte, hatta Başkan Yardımcılığı'na bağlı olarak çalışması bile gündeme gelebilmektedir.

Denetimle ilgili konularda Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün özel konumu tasarıda dikkate alınmamıştır. Çünkü Kurumun en önemli fonksiyonu denetim olduğundan kurumun iç denetimi dış denetime (Sayıştay'ın yapacağı dış denetimden bahsedilmeyip vakıfların denetiminden bahsedilmektedir.) bağlıdır. Örneğin mevcut tasarıya göre vakıfların denetimini Rehberlik ve Denetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığına bağlı denetçiler yapmakta ancak söz konusu vakıflarla ilgili, kurum personelince yapılan ve/veya yapılmayan işlemlerin denetiminin ise iç denetçiler tarafından yapılacağı anlaşılmaktadır. Bu durumun ise uygulamada karışıklıklara yol açacağı, denetim elemanları kendi görev alanına girmeyen konularda sorumlu olması gibi son derece sakıncalı bir durumun ortaya çıkacağı görülmektedir.

Vakıflar Genel Müdürlüğü şemasında olan ve halen yürürlükteki Bakanlıkların Kuruluş ve Görevlerini düzenleyen mevzuattaki yapıda mevcut olan ?denetim organı?, tasarının 37. maddesiyle ile başkalaştırılmakta, kariyer mesleği olmaktan açıkça çıkartılmakta ve iç denetimin başkan tarafından görevlendirilecek denetçiler tarafından yerine getirileceği öngörülmektedir. Bu maddede, denetçilere soruşturma yetkisinin verilmediği de görülmektedir. Halbu ki, ilk paragrafta, denetimin ?bağımsız ve nesnel güvence sağlayan? bir faaliyet olması öngörülmektedir. Kariyere dayalı bir meslek olmaktan çıkarılan denetimin, Kurum Başkanının emirlerini ve yasalara uysun-uymasın yazılı yahut sözlü talimatlarını harfiyyen yerine getirmekten gerektiğinde nasıl kaçınabileceği sorulması gereken bir sorudur. Vakıf Uzman ve Uzman Yardımcılarının göreve alınış, atama, yetişme, mesleki sınavları gibi hususlarına ve bu işin meslek personeli eliyle yürütüleceğine dair hükme kanunda yer verilirken, denetim elemanıyla ilgili olarak bu konuda kanunda herhangi bir hüküm olmamakta, denetim elemanlarının kim olacağı, nasıl işe alınacağı, güvencelerinin olup olmayacağı tamamen düzenlenmesi ve değiştirilmesi çok kolay olan Yönetmeliklere bırakılmaktadır. Bu husus iyi niyetli olmayan ya da liyakatsiz bir Genel Müdürü ?Sen istediğim gibi ısmarlama rapor yazdın, sen benim görüşümü almadan kafana göre rapor yaptın. Seni denetçi yaptım, seni de denetçilikten aldım.? diyebilme icazet ve mezuniyetine sahip kılmaktadır. Yani bu madde kendi içinde zaten çelişmektedir.

Buna ilaveten, denetim birimi ?Rehberlik ve Denetim Hizmetleri Dairesi Başkanlığı? adı altında Ana Hizmet Birimleri arasına alınmakla, sıradan bir daire başkanlığı derecesine indirilmekte, Kurum Başkanına değil Başkan Yardımcılarına bağlanması imkan dahiline sokulmakta, asıl bu yapısıyla Bakanlıkların ve Bağlı Kuruluşların örgütlenme şemasına, yani 3046 sayılı kanuna(33. madde) tam aykırı bir yapı arz etmektedir. Tabiatı gereği teftiş işi yapan birimin örgütsel ve hiyerarşik olarak denetimini yaptığı birimlerin üzerinde ya da en azından bağımsız olması gerekmektedir. Ancak yapılan düzenlemeyle denetim birimi direkt Genel Müdüre bağlı hiyerarşi içerisinde yer almayan bir konumdan çıkarılarak, sıradan bir icrai daire başkanlığı haline getirilmekte, hiyerarşide belki şef kadrosunun muadili ve daire başkanlarının altında bir pozisyonda görev yapmak zorunda bırakılmaktadır. Yani çağdaş denetim sistemlerinin üzerinde ittifak ettikleri, yılların deneyim ve tecrübeleriyle oluşmuş olan sistem tu kaka edilmekte yerine ise hala bu konunun arkasında olan bireylerin bile ne olduğunu tam olarak bilemedikleri bir sistem (sizlik ) apar topar hayata geçirilmek istenmektedir. Bu Konuyla ilgili genel analiz bir tarafa kanaatimizce; bunlara saik, en hafif ifadeyle, taslağın arkasındaki kişilerin geçmişte denetim mekanizmasıyla ilgili yaşadıkları kendi adlarına hoş olmayan hatıralardır ki ilgili kişilerin personel dosyalarının incelenmesi, bu konu için oldukça mümbit bir kaynaktır.

Yapılan düzenleme, yapılmak istenen ve Cumhurbaşkanı tarafından bir daha görüşülmek üzere iade edilen Kamu Yönetimi Temel Kanundaki düzenlemeye paralellik arz ettiğinden, aynı akıbete uğraması kaçınılmaz olup, ana kanun çıkmadan bu tür düzenlemelere gidilmesi sakıncalıdır.

Bütün bu gerekçelerle, Teftiş Kurulunun 227 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede mevcut haliyle korunmasının daha faydalı olacağı, rehabilitasyonun hastalar için tıpta da bir tedavi yöntemi olduğu gerçeği, genel anlamda teftiş sistem ve anlayışında bir rehabilitasyonun da elbette mümkün ve anlamlı olabileceği imkan ve ihtimali var iken dünyada eşi görülmemiş bir şekilde bir meslek mensuplarının bir anlamda genosise tabi tutulmasının ne akılla ne de ülke menfaatleri ile izah edilemeyeceği değerlendirilmektedir.

VAKIFLAR MECLİSİ
Tasarının 44. Maddesinde düzenlenen:Vakıflar Meclisi; bu taslakla, asli fonksiyonunu ve zaten fiilen emrinde olduğu Kurum Başkanının emrine hukuken de girerek temeldeki işlevini tamamen kaybetmektedir.

Gerçekten de, toplam 10 daimi üyeden oluşacak meclisin beş üyesi, Kurum başkanı ve onun astı konumundaki diğer görevliler olmaktadır. Bu düzenlemeden sonra, artık böyle bir Meclise gerek bulunmamaktadır. Tarihsel süreçte, Kurumun tamamen dışında oluşturulmuş bulunan Meclisin, önce 227 sayılı KHK ile Başkanlığının kuruma devredilmesi sağlanmış, bu taslakta da üyelerinin çoğunluğunun da Kuruma intikal etmesi düzenlenmiştir. Dahası, Kurum Dışından atanacak beş daimi üyenin başbakan tarafından atanması da, hem mevcut statüden bir geriye gidişi temsil etmekte, hem de atama usulü bakımından 2451 sayılı kanuna aykırı olmaktadır. Bilindiği üzere, üst düzey görevlere atama, Yürütme Organının iki kanadının(Başbakan ve Cumhurbaşkanının) ortak iradeleriyle gerçekleşen atamalardır. Ve bunun böyle olması parlamenter rejimin düalist yapısının bir gereği olarak kabul edilmektedir. Aksi takdirde, taslağın bu düzenlemesi eski hükümetler döneminde teşebbüs edilmiş olan ve ?by-pass? yasası olarak adlandırılan yasal düzenlemelerin benzeri bir teşebbüs olarak algılanacak ve sonuçta, taslağın bu şekliyle Meclisten geçmesi sağlansa bile, çıkan yasa öncekilerde olduğu gibi Anayasaya aykırılık sebebiyle Anayasa mahkemesince iptal edilebilecektir.

Taslakta, Meclisin 10 daimi üyesinden beşinin kurum içinden gelmesi, Meclisin Kurum dışından atanan daimi üyelerinin sadece ve doğrudan başbakan tarafından atanması ve Meclisin danışma organı da olma niteliğinin sona ermesi ve Meclis üyesi olacakların sadece yüksek okul mezunu olmalarının yeterli olacağı(ayrıca hukuk-siyasal vs. nitelik aranmaması) hususunun benimsenmesi gibi hususlar hep birlikte düşünüldüğünde ortaya çıkan sonuç şudur: 1935 yılında oluşturulan Meclis, hem hukuken hem de fiilen sona ermekte, fakat Kurum Başkanına alacağı bazı kararları ?Meclis Kararı? adı altında alma imkanı da tanınmaktadır. Bu sadece görünüşte bir düzenlemedir ve bu taslak Vakıflar Meclisini yürürlükten kaldırmaktadır. Yapılmak istenen yanlıştır ve büyük hatadır. Hiçbir yararı bulunmamaktadır.

Bu düzenleme, işin niteliğine hiç uygun değildir. Kurum Başkanı ve diğer dört üye arasındaki hiyerarşik ilişki bir yana, bundan fazla olarak, Meclisçe karara bağlanacak konuları Meclisin gündemine hazırlayan Genel Müdür yardımcılarının da bu kez Meclis üyesi sıfatıyla tekrardan Meclis kararına iştirak etmeleri, işin niteliği ile de bağdaşmaz. Denetim ve dengeler sistemi olan "parlamenter rejim" esprisine de bu düzenleme uymaz.

Eğer, Vakıflar Meclisi isimli bir organ muhafaza edilmek istenmekte ise, hiç olmazsa mevcut düzenleme korunmalı ve ilaveten vakıf temsilcileri de kendi konuları ile sınırlı olmak üzere bu organın toplantılarına katılmalıdır.

VAKIFLARDA MAL EDİNİMİ VE MUHAFAZASI
Gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal veya hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleriyle oluşan vakıflar, kısaca tüzel kişiliğe sahip mal topluluklarıdır. Bu yüzden kaynakların edinimi, kullanımı ve satımı konuları düzenlenirken suiistimale meydan verilmemesi gerekmektedir. Tasarının 11. Maddesinde haklı sebeplerin olması koşuluyla kuruluşta edinilen malların değiştirilmeleri veya paraya çevrilmeleri mahkeme iznine bağlı iken sonradan edinilen taşınır ve taşınmaz malların satışında, herhangi bir kriter getirmeden, sadece vakıf yetkili organının kararı ile satılabileceği belirtilmektedir. Vakıflar gönüllü kuruluşlar olduğu için uygulamada bazen yeterince sahip çıkılmamakta, vakıfların kaynakları kötü niyetli kişilerin elinde suiistimal edilmektedir. Bu suiistimallerin önlenmesi noktasında özellikle taşıt taşınmazların alım ve satımında oto kontrolün sağlanması gerekirken böyle bir düzenlemeye gidilmesinin mantığı anlaşılamamaktadır. Şayet bu taslak kanunlaşırsa vakıfların taşınır ve taşınmaz lüks harcamalarının hesabı sorulamayacaktır.

Haberi yazan : bsarar
Çalıştığı Kurum: Vakıflar Genel Müdürlüğü

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber