Dinçer davasında Yargıtay'ın gerekçesi Anayasa'ya aykırıymış

Haber Giriş : 08 Mayıs 2006 11:52, Son Güncelleme : 27 Mart 2018 00:42

Dördüncü Daire'nin bu davadaki ( Ömer Dinçer Davası) akıl yürütme tarzı başka bir açıdan da kişi özgürlükleri için tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir nitelik de taşımaktadır. Çünkü bu düşünüş tarzından, mahkemelerin yorumuna göre ?hak eden? kişilere herkesin serbestçe saldırıda bulunabileceği sonucu çıkarılabilir.

Meğer Anayasa'ya aykırı olan Yargıtay'ın gerekçesi imiş!

Başbakanlık Müsteşarı'nı eski bir ?bilimsel? tebliğinde dile getirdiği görüşlerden dolayı eleştiren ve bu arada onu ?şeyhülislam? diye niteleyen emekli bir generali tazminata mahkum eden ilk derece mahkemesi kararı Yargıtay'ın Dördüncü Dairesi tarafından bozuldu.

Bu yazıda, söz konusu bozma kararının gerekçesinin ifade özgürlüğü bakımından ne anlama geldiği üstünde duracağım. Her şeyden önce, Yargıtay kararının sonuç olarak doğru olduğunu belirtmek gerekiyor. Çünkü, insan hakları hukukunun verileri açısından, Başbakanlık Müsteşarı'na yöneltilmiş olan söz konusu eleştirinin ifade özgürlüğünün kapsamı içinde yer aldığı ve bundan dolayı da herhangi bir hukukî yaptırımla karşılaşmaması gerektiği açıktır. Başbakanlık Müsteşarlığı gibi önemli bir mevkii işgal eden bir kamu görevlisinin bu makama ne kadar uygun olduğunu sorgulamaya ve bu konuda şüphe izhar etmeye her vatandaşın hakkı vardır. Bu gibi ?kamusal? görevleri üstlenenlerin de vatandaşlardan gelecek bu nitelikteki eleştirilere açık olmaları gerekir. Başka bir anlatımla, Başbakanlık Müsteşarı'na yöneltilmiş olan eleştiri onu bir kişi olarak rahatsız etmiş olabilir, ama eleştiri onun herhangi bir vatandaş olmasıyla ilgili olmayıp, kamu hayatında son derece önemli bir resmî makamı işgal etmesiyle ilgilidir.

Bu kararın gerekçesi çok tartışılacak...

Bu nedenle, Başbakanlık Müsteşarı'na yönelttiği eleştirel sözlerden dolayı bir vatandaş aleyhine tazminata hükmeden ilk derece mahkemesinin kararı, demokratik bir toplumda ifade özgürlüğünün kapsamını bu derece dar tutması bakımından hukuka uygun değildi, dolayısıyla tazminat kararının sonuçta Yargıtay'ca bozulması isabetli olmuştur. Böyle olmakla beraber, bozma gerekçesi için aynısını söylemek mümkün görünmüyor. Başka bir ifadeyle, Dördüncü Daire'nin bozma kararı sonuç olarak doğru olsa da, kanaatimce gerekçesi problemlidir. Bunun nedenini anlamak için gerekçenin gazetelere de yansıyan ilgili kısmını hatırlayalım. Yargıtay, Başbakanlık Müsteşarı'nın sözlerinin Anayasa'nın ?değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez? nitelikteki hükümleriyle bağdaşmadığına işaret ettikten sonra şöyle devam ediyor: ?Davalı dava konusu konuşmasında davacının bu fikirlerini eleştirmiş ve davacının şeyhülislam gibi fetvalar verdiğini ileri sürmüştür. Davacı, Anayasa ile bağdaşmayan görüşler savunduğuna göre eleştirilere de katlanmak durumundadır. Davalının davacı ile ilgili olarak söylediği sözler bu açıdan değerlendirildiğinde; eleştiri kapsamında kalmakta olup, düşünce açıklaması niteliğindedir.?

Görüldüğü gibi, yüksek mahkeme söz konusu eleştirinin niçin ifade özgürlüğünün kapsamı içinde kaldığını açıklamak yerine, eleştirilen kişinin bunu adeta hak ettiğini söylemeye çalışmaktadır. Oysa, bu tür davalarda dava konusu uyuşmazlık, kendi kişilik haklarına saldırıda bulunulduğu iddiasıyla dava açan kişinin böyle bir ?saldırı?yı hak edip etmediğiyle değil, böyle bir saldırının hukukî anlamda var olup olmadığıyla ilgilidir. Kısaca sorun, ifade özgürlüğü çerçevesinde, bir kamu görevlisi için ?şeyhülislam gibi fetva veriyor? denip denemeyeceğidir. Dolayısıyla mahkemenin değerlendirmesinin eleştirilen kişinin görüşleri yerine bu nokta üzerinde odaklaşması gerekirdi.

Bununla beraber, gazetelerde bozma kararının metni bütünüyle yayımlanmış olmadığı için, gerekçenin orijinalinde meselenin bu açıdan da incelenmiş olup olmadığını bilmiyoruz. Ama mesele şu ki, öyle yapılmış olsa bile, iddia edilen ?saldırı?nın hedefi olan kişinin -Başbakanlık Müsteşarı'nın- görüşlerine ilişkin değerlendirmelerin gerekçenin önemli bir parçasını oluşturmuş olması -o kadar ki, gazetelerin dikkatini sadece bu nokta çekmiştir- yine de gereksizdir. Hakarete maruz kaldığını iddia eden kişinin ne tür görüşlere sahip olduğunun veya hangi görüşleri savunduğu için ?saldırı?ya maruz kaldığının bu davayla bir ilgisi yoktur. Savunulan görüşlerin niteliği ancak, bu görüşleri dolayısıyla o kişiye (Başbakanlık Müsteşarı'na) karşı bir dava açılmış olması halinde davayla ilgili olabilirdi. Oysa, bu davada yargılanan o değil, onu eleştiren kişidir.

Üstelik, Dördüncü Daire'nin bu davadaki akıl yürütme tarzı başka bir açıdan da kişi özgürlükleri için tehlikeli sonuçlar doğurabilecek bir nitelik de taşımaktadır. Çünkü bu düşünüş tarzından, mahkemelerin yorumuna göre ?hak eden? kişilere herkesin serbestçe saldırıda bulunabileceği sonucu çıkarılabilir. Başka bir ifadeyle, kamu otoritelerince uygun görülmeyen veya ?uygunsuz? addedilen görüşlerin sahiplerinin bırakınız hukukî korumayı hak etmelerini, aksine onlara saldırıda bulunmaya adeta meşruluk kazandırılmaktadır. Öte yandan, Yargıtay bozma kararında göze çarpan en önemli sorun, ifade özgürlüğü hakkından yararlanmanın, dile getirilen görüşün Anayasa'yla bağdaşması şartına bağlı olduğu gibi bir izlenim doğurmasıdır. Mahkeme burada, Anayasa'nın ?değiştirilemez? hükümlere yer vermesinin, aynı zamanda, bu hükümlerin eleştirilemeyeceği veya bunlara aykırı görüşler ileri sürülemeyeceği anlamına geldiğini söyler gibidir. Böyle bir görüşün konunun uzmanı olmayan kişiler arasında yaygın olması anlaşılabilir bir durum ise de, bunun hukuk uygulayıcıları -özellikle de yüksek mahkemeler- tarafından da kabul edilmesi hoş görülemez.

Anayasa'yı çiğneyen Yargıtay!

Şüphe yok ki, demokratik bir hukuk devletinin vatandaşları, barışçı yöntemlerden ayrılmamak kaydıyla, Anayasa'da ifadesini bulan siyasî tercihleri eleştirebilir, sorgulayabilir ve elbette bunların değişmesini de isteyebilirler. Nitekim, demokrasileri başka rejimlerden ayıran karakteristik özelliklerden biri de bu tür tartışmaların meşru olmasıdır. Esasen, demokratik bir sistemde kamusal tartışmanın özü de büyük ölçüde budur. Tartışmaya ve değişmeye açık olmasaydı o rejime demokrasi demek zaten mümkün olmazdı. Bir demokraside anayasaya uygun görüşlere sahip olma diye bir zorunluluk elbette hiç kimse için yoktur, ama bilim adamları için bu özellikle ve öncelikle böyledir. Bilim adamları -anayasa ve kanunlar şeklinde- hukukîleşmiş olsun olmasın, resmî görüşleri dile getirmek veya savunmak zorunda değildirler. ?Bilimsel? bir görüş de elbette eleştirilebilir ve yine ?bilimsel olarak? yanlışlanabilir, ama hukukî veya kaba cebir yoluyla engellenemez. Buradaki anlamında ?bilimsel? görüş, akademik camiada akademik usullere uygun olarak dile getirilen görüş demektir. Bir görüşün bilimsel olması için onun ne toplumun çoğunluğu veya kamu otoriteleri tarafından onaylanması ne de hatta ?doğru? olması gerekir. Ama mesele şu ki, bilimsel bir görüşün doğru mu yanlış mı olduğuna popüler oylamayla veya hukukî yahut siyasî otorite eliyle karar verilemez. Bu tür ?yöntemler?in doğruluğun kriteri sayıldığı yerlerde zaten sahici anlamda bilimsel faaliyet yok demektir.

Son olarak belirtmek gerekir ki, Anayasa'ya aykırı görüşlere sahip olma ve bunları ifade etme özgürlüğü ?Anayasa'ya sadakat?le de çelişmez. Çünkü Anayasa'ya sadakat borcunun vatandaşlar bakımından tek normatif sonucu, anayasal düzeni zorla yıkma girişimlerinin yasak olmasıdır. Yoksa, anayasal düzeni kısmen veya bütünüyle eleştirmek ve onu değiştirmek için barışçı girişimler başlatmak tabii ki meşrudur ve demokratik siyasî katılımın bir parçasıdır. Demokratik anayasaların aynı zamanda nasıl değiştirileceklerini de göstermeleri bunun açık bir kanıtıdır.

HACETTEPE ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ

PROF. DR. Mustafa Erdoğan / Zaman

Bu Habere Tepkiniz

Sonraki Haber