Başhekim, istifaya götüren süreci kaleme aldı
Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekimliğinden istifa eden Doç. Dr. İrfan Yalçınkaya, bu kararı neden aldığını uzun bir yazıyla anlattı
Süreyyapaşa Göğüs Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesinde iki yıldır Başhekim olarak görev yapan Doç. Dr. İrfan Yalçınkaya, istifasının ardından kendisini bu kararı almaya iten nedeni uzun bir yazıyla kaleme aldı. Kendisine ait sosyal medya sitesinde bunu paylaşan Yalçınkaya yazısına; "Acısı tatlısıyla, doğrusu yanlışıyla, günahı sevabıyla iki yıl süren başhekimlik görevini bugün, şu saat itibariyle noktaladım" diye başladı.
İşte Doç. Dr. İrfan Yalçınkaya'nın o yazısı:
Kısa bir süre önce istifa eden bir hekim arkadaşımıza ithafen yazdığım son yazımda "Bazen insan öyle bir noktaya gelir ki, 'kalmak mı zor, gitmek mi zor' diye bir suali kendine sorar durur" diye bir not düşmüştüm. Aslında o insanlardan biri de bendim ve yaklaşık altı aydır bu soruya yanıt bulmaya çalışıyordum. Ve sonunda o yanıtı buldum, başhekimlik vazifesini bıraktım.
Son bir yazıyla da 'İçinizden biri' olarak, sekiz yıldır birlikte çalıştığım değerli 'Süreyyapaşa Ailesi'ne geçen iki yılı özetlemek, halleşmek ve helalleşmek istedim.
Bir toplantı vesilesiyle gittiğim Diyarbakır sokaklarında dolaşırken fenni sünnetçiye ait bir tabela dikkatimi çekmiş, hatta fotoğrafını bile çekmiştim. O tabelada 'meslekte onurlu 25. yıl' yazıyordu. Tevafuk bu ya benim de meslekte 25. yılım bu yıl. Hatırlarsanız bunu vesile kılıp bu yılki akademik sezon kapanışında "Tababet san'atının icrası ile geçen 25 yıl-Süreyyapaşa öncesi dönem" adlı slayt sunumumda hatıralarımı, hekimlik mesleği ile ilgili düşünce ve duygularımı sizlerle paylaşmıştım. Aslında o gün görevi bırakmayı düşünüyordum ama bazı mesai arkadaşlarımın ricaları üzerine onları kırmamak için bir süre daha bekleyip görme, sabretme kararı almıştım.
Hepinizin bildiği gibi iki yıl önce göğüs cerrahisi klinik şefi olarak sürdürdüğüm göreve bir de idari bir görev olan 'başhekimlik' görevi ilave olmuştu. Halbuki ben o güne kadar bu tür vazife tekliflerini çeşitli nedenlerle geri çevirmiştim. Fakat sonuncusunda, gerek hastane içindeki mesai arkadaşlarımın ısrarlı ricalarını, gerekse de görevi bizzat teklif edenin ricasını kırmamak, hepsini yüzüstü bırakmamak için ve de elimi artık taşın altına koyma zamanı geldiğini düşündüğüm için, bu görevi üstlenip üstlenmeme konusunda istişare ettiğim kardeşlerimin dile getirdikleri tehlike ve riskleri de göze alarak onların muhalefet şerhine rağmen kabul etmiştim.
Göreve başladığımın üçüncü günü olan 27.06.2011 tarihli 'Başhekim'in Kaleminden" köşesindeki ilk yazımda 'Merhaba' dedikten sonra o yazı içinde şu endişemi sizlerle paylaşmıştım. "…Başhekimlik görevinin sorumluluğu ise sevinçten de öte iliklerime kadar hissettiğim şeydir. Bu görevi bilhakkın yerine getirememek, güveni boşa çıkarmak korktuğum şeydir. Dilerim Allah'ın yardımı ve sizlerin desteği ile bu emaneti, bu vazifeyi güzel ve başarılı bir şekilde sürdürürüz…".
02.Kasım.2012 tarihinde Kamu Hastaneleri Birlikleri kurulana kadar da çeşitli sıkıntı ve sorunlarla karşılaşsak da bu emaneti, bu vazifeyi güzel ve başarılı bir şekilde sürdürdüğümüz kanaatindeyim. Elbette bu benim kanaatim, katılır veya katılmazsınız, takdir edecek olan Süreyyapaşa Ailesi ve bu görevi bana tevdi eden Makam'dır. Allah'ın takdiri ise her şeyin üstündedir.
Bu iki yıllık süre zarfında bilinenlerden farklı, alışılmışın dışında bir başhekim portresi çizdiğimi düşünüyorum. O güne kadar edindiğim ne kadar mesleki/meslek harici bilgi, görgü ve tecrübem varsa ortaya koymaya çalıştım. Elbette meşhur düstur gereği ben de büyük ölçüde 'işi işin içinde öğrendim'. Bir yandan öğrendim, diğer yandan da öğrettim. Öncelikli meselem olan, binalar ve içindeki araç-gereçleri değiştirip yenilemekten ziyade halihazırdaki mevcut zihniyet, mentalite, bakış açısını değiştirmeye, yenilemeye, düzeltmeye en çok gayreti sarf ettim desem yeridir. Hastanede çalışan ne kadar kişi varsa hepsiyle diyalog kurmaya, anlamaya, dinlemeye ve birlikte bir şeyleri başarmaya çalıştım. Düşüncelerimi, duygularımı, yaptıklarımı, yapmak istediklerimi toplantılarda sözlü, hastane sitesinde de yazılı olarak açık yüreklilikle ve samimi bir şekilde dile getirmeye, paylaşmaya çalıştım. He ay sonunda düzenli olarak hastanedeki tüm hekimlerle ve idari kadro ile toplanıp birlikte sorunlarımız ve çözümleri noktasında görüş alışverişinde bulundum. Gereksiz, zaman kaybettiren ve sonucundan da kayda değer, işe yarar bir şey çıkmayan-çıkmayacak toplantılardan uzak durdum. Hastanenin sitesinde de başta 'Başhekim'in Kaleminden' olmak üzere bir sürü yazı, haber ve duyuru yayınladım. Eğitim faaliyetlerini bizzat üstlendim, hastanede akademik bir ortam oluşturma yönünde birçok şey yaptım. Hasta ve çalışan memnuniyetinin ikisini de eşit biçimde dikkate aldım, birini diğerine öncelemedim. Hekimliğin ve hekimlerin onurunu, haysiyetini yaralayacak, incitecek, küçük düşürecek hiçbir işe tevessül etmedim, hiçbir makam ve kişinin de başta hekimler olmak üzere çalışanlarımızı üzmesine izin vermedim. Şahsen çoğu zaman hem hastanede çalışan –sayıları az da olsa- personel, hem de hastane harici kurum ve kişiler beni incitse, üzse, türlü sıkıntılara boğmaya çalışsa da sükunetimi bozmadım, sabırla bütün bunların üstesinden gelmeye çalıştım. Bunca işin gücün arasında gerek mesai saati içerisinde bizzat, gerekse de e-posta ile bana ulaşan personel olsun, hasta ve hasta yakını olsun herkesin dilek, istek ve şikayetlerinin istisnasız hepsiyle tek tek ilgilenip cevapladım, imkanlar ve yetkim dahilinde çözüm bulmaya çalıştım. Her zaman sorunlarına çözüm üretemesem de dinleyip anlamaya, hiç olmazsa gönlünü almaya çalıştım. Hiçbir işi savsaklayıp olmaza, yokuşa sürmedim. Ne kırmızı halım oldu, ne de etrafımda gezinen güvenlik görevlileri. Sekreterlerimi defaatle uyardım benimle görüşmek isteyen her kim olursa olsun engellemeyin, bekletmeyin diye. Odama kapanıp kalmadım, kendime ayrı bir dünya kurmadım. Bilgi ve tecrübelerimi paylaştığım gibi elimde avucumda ne varsa paylaştım. Gereksiz hiçbir masraf yapmadığım gibi, yapılmasına da gücüm yettiğince izin vermedim. Önce ben örnek oldum, gösterdim, sonra başkalarından bekledim. Yapılacak, yapılabilecek bir şey varsa önce ben yaptım. Bir işi yaparken gerekirse ilgili kişilerle defalarca konuşup birlikte karar alıp, gönüllerini alarak, incitmeden, kırmadan yapmaya çalıştım. Hastane arazisinde, bloklar arasında yürüyerek gidip geldim, nuh-u nebi'den kalma makam aracını bile gerekmedikçe kullanmadım. Hastanedeki bloklar ve birimlerde gezmediğim, görmediğim köşe, görüşmediğim personel kalmadı desem yeridir. Herhangi bir konuda bilip tanımadan, iyice hazırlanmadan, danışıp ölçüp biçmeden alelacele karar vermedim. Önce havet demeyi, sonra bunu evet veya hayır'a çevirmeyi şiar edindim. Güvenimi boşa çıkaracak icraatlar yapmadıkça kimseye güvensizlikle, kuşkuyla yaklaşmadım. Elbetteki yanıldım, yanıltıldım, incindim ve istemeden de olsa birilerini incittim. Ama hiç kimsenin ekmeğiyle, emeğiyle, onuruyla, gururuyla asla oynamadım, oynamayı aklımdan bile geçirmedim. Tekdir, cezalandırma yerine tebrik, teşekkür ve takdiri öne çıkardım. Başta hekimler olmak üzere çalışanlarımızın başarısı, mutluluğu, sevinci ile ben de kıvandım, gönendim. Acı, tatlı günlerinde hiç olmazsa bir telefonla dahi olsa paylaşmaya, yanlarında olmaya çalıştım. Bu süreçte eski başhekimin başhekimliğe ve değişik mercilere verdiği bitmek tükenmek bilmeyen dilekçe, şikayet ve buna dayalı inceleme, soruşturmalar çok vaktimi aldı, beni çok yordu, uğraştırdı, her şeyi bırakıp bir de bunlarla uğraştım; bir bayram tebriği vesilesiyle bir birliğin ve sendikanın basın açıklaması ve bunun basında yer almasıyla yıpratılmaya çalışıldım; hastanede çıkan yangın ve defalarca kabloların kesilip otomasyon sisteminin arızalanması; bir grup personelin çadır eylemi ve irili ufaklı bir çok tatsız, can sıkıcı şeyler de oldu bitti, geldi geçti, işin tuzu biberi oldu. Fakat güzel şeylerin çokluğu yanında bunlar devede kulak misali kaldı.
Bütün bunlar beni yorsa da üzse de yıldırmadı, ümitsizliğe düşürmedi. Ta ki sağlıkta teşkilat yapısının değişmesi demek olan hastane birlikleri kurulana kadar. O güne kadar İl Sağlık Müdürlüğü bünyesinde hastane olarak kendi içimizde çözebileceğimiz bütün sorunları yerinde görüyor ve çözmeye çalışıyorduk. Çözemediğimizde ve yardım gerektiğinde İl Sağlık Müdürlüğü'ne ve Sağlık Bakanlığı'na dilek, istek ve sorunlarımızı iletiyorduk. Aslında yeni yapılanmaya geçilmezden evvel, hastane içinde başhekim olarak ben, müdür ve başhemşireye bir önceki dönemde çokça müdahaleye maruz kalan görevlerini tekrar iade etmiştim, çok gerekmedikçe karışmıyor, sadece koordinasyonu sağlıyordum. Kendi yağımızla kavruluyor, sorunları, sıkıntıları anında, yerinde çözüyor, gelir-gideri dengede tutuyor, ihtiyaç tespit komisyonu ile gerekli olan harcamaları gerçekleştiriyor, ihtiyaç olmayanları eliyor, kontrol altında tutuyorduk; malzeme ve ilaç eksikliği yaşanmadığı gibi, döner sermaye dağıtımı da bir dal ve göğüs hastanesinde ne kadar olabilirse iyi kötü sürdürüyorduk. Elbette daha yapılması gereken işler, atılımlar, daha köklü çözüme kavuşturulması gereken sorunlar mevcuttu. İşte ben bu yeni yapının bunlar için bir çıkış, bir çözüm, bir açılım olabileceğini düşünmüştüm.
İyimserdim, ümitliydim, bu nedenle yeni yapıda bana teklif edilen başhekimlik görevini kabul ettim, devam ettim. Fakat şunu burada ifade edeyim. Yeni yapıda başhekim, hastanenin başı değil, sadece hekimlerin başı olarak düşünülmüştü. Bir hastanenin en tepesindeki kişi değil, üçün biri idi. Yani yöneticinin altında, başhemşire ve müdür ile aynı konumda idi. Bu anlamda eski başhekimlik pozisyonunu düşünürseniz, her ne kadar bu sistemi kurgulayanlarca 'işte bu yapıda başhekim gerçek yerine oturacak, üzerine vazife olmayan ve anlamadığı işlerle uğraşmak zorunda kalmayacak, sadece en iyi bildiği işi yapacak, daha rahat olacak' dense de pratikte en azından Süreyyapaşa örneğinde öyle olmadı. İkilik ve kargaşa çıktı, bütün koordinasyon bozuldu, her şey allak bullak oldu. Eski, herkesin bildiği anlamda, gerçek manasıyla Süreyyapaşa Hastanesinin son başhekimi olma şansı da bana nasip oldu. Zira bu yeni yapıda başhekimlik eski yapılanma nazari itibara alınırsa bir nev'i tenzil-i rütbe olarak bile değerlendirilebilir. Şöyle de düşünülebilir, belki de yeni teşkilat yapısında bu pozisyonda göreve devam etmemeliydim, orada bırakmalıydım. Aslında çeşitli endişelerim vardı. Fakat insan ilerde olabilecekleri bilemediği için ve de belki birçok şey daha iyi olur ümidiyle hareket edip bazen sağlıklı karar alamayabiliyor. O nedenle 9. ve son "Başhekim'in Kaleminden" yazımda "yeni yönetime de hayırlı olsun diyor, başarılar diliyorum. Hekimbaşı olarak güzel, doğru, iyi ve hayırlı işlerinde yanlarında olduğumu, gücüm yettiğince destek vereceğimi bilmelerini istiyorum" diye yazmıştım. Ve dediğim gibi de yaptım bugüne kadar. O gün yazdığım gibi ve hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir zaman ve hiçbir kimseye kayıtsız şartsız destek vermedim, vermem de, vermeyeceğim de. İlk başhekimlik teklifleri yapıldığında da "çok mecbur kalınmadıkça arzu etmediğimi ve ilkelerime, prensiplerime, değerlerime aykırı iş yapmamak, yapılmaması kaydıyla" kabul edebileceğimi belirtmiştim. Muvafık oldum, mutabık oldum, siyaha siyah, beyaza beyaz dedim, eleştirel oldum ama hiçbir zaman iflah olmaz, şifa bulmaz bir müzmin muhalif olmadım. Belirli bir dünya görüşüne dair bir bakış açım oldu. İlkeler ve değerler bazında konuşup görüşme, bildiklerimi ve yaptıklarımı gözden geçirme, gerekirse değiştirme, düzeltme yolunu hep açık tuttum.
Birlik genel sekreteriyle ilk görüşme talebimde, genel sekreterlik mekanı olarak Süreyyapaşa Hastanesi eski başhekimlik binasını tavsiye ve teklif ettim, Süreyyapaşa Hastanesi hakkında bilgi ve istişare gerektiğinde her türlü yardıma ve desteğe hazır olduğumu beyan ettim. Hazır güzel, yeterli ve uygun bina varken masraf yapılmasın, kamu kaynakları israf olmasın istedim. Beğenildi ve uygun görüldü. Akabinde hastanenin halihazırdaki durumu konusunda bir rapor hazırlayıp ekip olarak sunduk. Ben de bütün o güne kadarki bilgi ve deneyimimi aktardım, sorunlar ve çözümleri konusunda kişisel kanaatlerimi aktardım. Bunlardan biri olan 'Göğüs Hastalıklarının Yeniden Yapılandırılması ve Merkezi Bronkoskopi Laboratuarının Kurulması' konusunda gerekli hazırlıkları yapmak ve tamamlamak için yeterli zaman ve bu konuda engelleri aşabilmek için de destek istedim. Tamam denildi. Her şey normal seyrinde devam ediyordu ya da ben öyle zannettim. Ben hemen hazırlıkları tamamlamak için çalışmaya başlamıştım ki, bir hafta bile geçmeden benim aylardır hazırlandığım ve sona gelinen az önce zikri geçen konuda bana hiç sorulmadan ve danışılmadan, hastane yöneticisi ve başhekim yardımcıları tarafından alınmış kararlar birden önüme konuverdi. Ben de yardımcılarıma "bu şekilde olması gerektiği konusunda emin misiniz, ben böyle düşünmüyorum, hazırlıklar yeterli değil ve zaman da uygun değil" dediğimde 'genel sekreter böyle istiyormuş, hastane yöneticisi böyle söyledi bize' dediler. Ben de "öyleyse, ben bunu Göğüs Hastalıkları Kliniği eğitim görevlisi arkadaşlarımla tekrar konuşayım, görüş ve önerilerini alayım, öyle düzenleme yapalım" dedim ve gereken çalışmayı yapıp hastane yöneticisine teslim ettim. Fakat sonra başkalarından duydum ki, alınan karar eski başhekimin genel sekreterle görüşmesiyle değiştirilmiş. Randevu alıp bu konuda olup biteni, Dr. Melike Erdem'in canına kıymasına tepki olarak hastanemizde toplanıp anma etkinliği yapan hekimlerimize hastane güvenlik görevlilerinin müdahale etmesinden dolayı duyduğum rahatsızlığı ve görüşülmeyecek denmesine rağmen eski başhekimle görüşülmesinden dolayı duyduğum rahatsızlığı nazik ve uygun bir dille genel sekretere ve tıbbi hizmetler başkanına ilettim. Rahatsızlığımdan rahatsız olunduğunu anladım anlamasına da başka ne yapabilirdim ki. Akabinde herşeyi oluruna bırakıp karışmadım. Fakat bu arada tesadüfen bir başhekim yardımcımdan Göğüs cerrahisi kliniğinin Maltepe devlet hastanesine taşınması için Birlik Genel Sekreterliğince Kamu Hastaneleri Kurumu'na yazı yazıldığını öğrendim. Tıbbi Hizmetler Başkanı'na telefonla ulaşıp konuyu araştırdığımda doğru olduğunu öğrendim. Böyle hayati bir konunun çağrılıp benimle neden konuşulmadığını sorduğumda tatminkar bir cevap alamadım ve bu konuda rahatsızlığımı bir hafta sonra genel sekreterliğin hastanedeki eğitim görevlileriyle yapılan tanışma toplantısında, onca konunun konuşulmasına rağmen bu konunun gündeme bile getirilmemesi üzerine ben dile getirdim. Bırakın bir açıklama ve gönül almayı, genel sekreter tarafından 'cerrahi bloğu boşaltma kararı olduğu halde neden bugüne kadar boşaltmayıp hasta ve çalışanlarının can güvenliğini tehlikeye attığım ve o bloktaki servislerin boya ve tadilat işlerini yaptırdığım için kamu kaynaklarını israf ettiğim, zarara uğrattığım' suçlamasıyla yüzyüze kaldım. Ne söylediysem kulak verilmedi, hazırladığım belgelere bakılma zahmetine bile katlanılmadı. Ben bu yeni yapılanma ile hastanenin öteden beri bekleyen sorunlarının çözülmesini umup saf saf bekleyedurayım, tabir-i caizse 'dimyata pirince giderken, evdeki bulgurdan olmayı' bırakın, evin, evimin kendisinden bile olmakla karşı karşıya kaldım. Bu beni o kadar üzdü, o kadar dehşete düşürdü ki, bütün asabım bozuldu, sinirlerim tepeme çıktı. Hastanenin kalbi mesabesindeki bir kliniği taşıma gibi hayati bir konuyu o hastanenin 8 yıldır cerrahi klinik şefliğini, birbuçuk yıl başhekim yardımcılığını ve birbuçuk yıl da başhekimliğini yapmış birine duyurmayacak, söylemeyecek ve sormayacaksınız, danışmayacaksınız da kime soracaksınız? Ne yeni müdürün, ne hastane yöneticisinin, ne tıbbi hizmetler başkanının ve ne de genel sekreterin Süreyyapaşa Göğüs Hastanesi hakkında o güne kadar ne bir ilgileri ve ne de bir bilgileri olmamıştı, herhangi bir fikirleri de yoktu. Ama sonuçları hesaba katılmadan, böyle bir adımın nereye varabileceğini, nelere yol açabileceğini düşünmeden ve o hastanenin başta başhekimi olarak çalışanlarının duygu ve düşünceleri dikkate alınmadan kararların rahatlıkla alınması insana tepeden inmeci ve 'ben yaptım oldu' mantığını hatırlatıyor. Ben de mecburen konuyu sağlık bakanlığı müsteşarlığı ve kamu hastaneleri kurumu başkanlığı düzeyinde gündeme getirip çözüm yolları aramaya çalıştım. Bu arada istifa etmeyi de yavaş yavaş gündemime aldım, zira vaziyet oraya doğru yol alıyordu. Bu arada müsteşarlığın ve Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanlığının ve elbette Allah'ın yardımıyla çabalarım sonucunu verdi, makul ve mantıklı bir çözüm geliştirildi. Fakat bu genel sekreterliğin hoşuna gitmedi. Bunun böyle bitmeyeceğini, yanıma bırakılmayacağını ve bir bedel ödetileceğini anladım. Çok geçmedi, bir sabah baktım ki, Sağlık Bakanlığı Başdenetçisi ve yardımcısı hastaneye çıkageldi. Eski başhekimin iki yıl boyunca değişik mercilere ve hatta yazılı basına bile verdiği aslı astarı olmayan, ipe sapa gelmez ve defaatle cevabını verdiğim, hatta sondan bir önceki müfettişin soruşturmaya bile gerek görmediği iddialar yine ısıtılıp bu sefer eski başhekim ve genel sekreter işbirliği ile yeniden gündeme getirilip teftiş konusu yapıldı. Yine oturup saatlerce uzun uzun yazılı savunma yazdım. Ama bu sefer durum farklıydı, bu sefer işim bitirilip defterim dürülecekti. Malum türküde olduğu gibi 'can alıcılar gelmiş canım almaya, benim can vermeye dermanım' bile yoktu. Halet-i ruhiyem, yazdığı bir kitap tarafından İstiklal Mahkemesi tarafından şapka kanununa muhalefetten yargılanan ve son duruşma öncesi son savunmasını hazırlayan İskilipli Atıf Hoca'ya benziyordu. Rivayet odur ki, rüyasında Hz. Peygamber'i (sa) görüp yaptığı işin boş yere olduğunu anlayıp hazırladığı savunmayı yırtıp atmıştı, ama ben atmadım, denetçilere teslim ettim. O idam olmaktan kurtulamadı, ben de kınamalardan. O ne yapmıştı, sadece fikirlerini ifade etmiş, eleştirmiş, muhalif olmuştu. Ben ne yaptım, olup bitenlere karşı düşüncelerimi sözlü ve yazılı olarak açıkladım, evim, yuvam olarak gördüğüm Süreyyapaşa Göğüs Cerrahisi Kliniği'ni, dolayısıyla Süreyyapaşa Göğüs Hastanesini korumaya ve savunmaya çalıştım. Suçum bu ise evet ben suçluyum, suçumu bilerek ve isteyerek işledim. Sonunda Cerrahi Blok konusu Kamu Hastaneleri Kurumu kararıyla kalıcı ve kesin bir çözüme kavuştu ama olan bana oldu, benim payıma da kınamalar ve başhekimlik görevinden ayrılma kararı almak düştü. Genel Sekreterliğe verdiğim dilekçe ile 14. Temmuz günü mesai saati bitimi itibariyle ' sağlık sorunlarını' gerekçe göstererek görevi bıraktım, dilekçeyi Tıbbi Hizmetler Başkanının nezaretinde yazdım, teslim ettim ve bitti. Zira bütün bu olup bitenlerden sonra asabım çok bozulmuştu ve psikolojim alt üst olmuştu. İstenen ve beklenen de buydu, ayrılmasaydım da durum değişmeyecekti, üç kınama ile sözleşmem feshedilecekti. Meslek hayatında bugüne kadar en küçük bir disiplin cezası almamış olan bana bir değil iki kınama cezası ile tecziye teklifi gelmiş, tıbbi hizmetler başkanının dediğine göre üçüncüsü de yoldaymış. Onlar davranmadan ben davrandım ve verdim ayrılış yazısını. Hem ben kurtuldum, hem de onları bir dertten, bir sıkıntıdan, bir sorundan kurtardım. Bu yazıyı da artık bir başhekim sıfatıyla yazmıyorum. Bir itirafta bulunayım, 25 yıllık meslek hayatımda şu son altı ay içinde yaşadığım şeyleri daha önce yaşamadım. Belki bu halim ancak 28 Şubat sürecinde yaşadıklarımla bir yere kadar kıyaslanabilir. Üstelik o gün o durum bir yere kadar anlaşılabilirdi. Adamlar kendileri gibi düşünmeyen ve inanmayanlara her türlü haksızlığı, zulmü reva görüyorlardı. Ben ve eşim rektör tarafından fişlenmiş, baskılar sonunda da bir grup arkadaşımla çok sevdiğim üniversiteden üzülerek ayrılmak zorunda kalmıştım. Fakat onların yaptıkları değil de bu son altı ayda olanlar bana daha çok koydu, incitti, kırdı. Teşbihte hata olmazmış, Hallac-ı Mansur'a atfedilen bir söz bu durumu belki de çok güzel özetliyor. "Düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül incitti beni". Eğer bugün sağlık sisteminde son yıllarda bir başarı, düzelme, iyileşme varsa bunun arkasındaki isimsiz neferlerden biri de benim. Bunda zerre kadar mübalağam yok. Ama ben meslek hayatımda ilk defa bu kadar yaralandım, ümitsizliğe kapıldım. Ne kadar anlatsam, söylesem yazsam da Akif'in dediği gibi "ağlarım, ağlatamam, hissederim, söyleyemem / dili yok kalbimin, ondan ne kadar bizarım". Akademik titri olan, yıllarca üniversitede hocalık yapmış, anabilim dalı başkanlığı yapmış, ders vermiş, öğrenci yetiştirmiş, göğüs cerrahisinde klinik şefi olmuş, asistan yetiştirmiş, göğüs cerrahisi camiasında önemli görevler üstlenmiş bir hekime, bir başhekime; bu yeni yapılanmada kendisinden dokuz yaş küçük, üstelik de o hastaneye altı ay öncesinde onun izni ve yardımıyla gelmiş, ondan her türlü anlayış ve desteği görmüş bir hekim, bir dahiliye uzmanı olup hastane yöneticiliğine getirilmiş bir meslekdaşı ağzını açıp her türlü hakareti ve tehdidi savurabiliyor. "Yok sen bugüne kadar başhekim olarak ne yaptın bu hastanede, doktorlara yumuşak davranıyorsun, onlar üzerinde yeterli otorite kuramıyorsun, işin gücün şiir hikaye, ne üst biliyorsun, ne ast, onlardan özür dilemezsen eski başhekim gelir, vb." diyerek şahsi; "yok hastanenin geliri bir türlü artmıyormuş, ameliyatlar, yatan hasta veya poliklinikler niye artmıyormuş, neden hastane gelirini arttırma yönünde raporlar hazırlayıp getirmiyormuşum, yok tıbbi hizmetler ayağından memnun değilmiş, yok bizim yüzümüzden karnesinin notu düşecekmiş, vb." kurumsal baskı ve horlamaların ardı arkası kesilmedi. Bir sürü tıbbi hizmetleri (başhekimliği) ilgilendiren icraatı sormaya, danışmaya bile gerek görmeden yapıp başhekimliğin iki ayağını bir pabuca sokarken, odasına kapanıp dışarı bile doğru dürüst çıkmadan, devamlı iç emirler yağdırıp sonra da filan konuda hastane yöneticiliğinin niye izni alınmadı diye başhekimden hesap sormalar, yıllardır bu hastanede başhekimlik lojmanı diye bilinen yerde başhekim ve hekimler zaman zaman toplanıp çay içip sohbet ederlerken resmi yazıyla hastane yöneticiliğinin izni olmadan oranın kullanılmaması ve varsa anahtarlarının teslim edilmesini istemesi bardağı taşıran son damla oldu, tabir-i caizse bugüne kadar yaptıklarının üzerine tüy dikti. Refik Durbaş'ın 'Çırak Aranıyor' şiirinden mülhem; 'ehliyet ve liyakat ne yana düşer usta / büyük küçük bilme, sevgi saygı, dostluk, vefa, hoşgörü ne yana / kınamalar, ne halin varsa görler, umursamazlıklar hep bana / bana mı düşer usta' diyorum. Dedim ya belki de ben yanlışı en başta, müsteşarlık tarafından başhekimlik teklifi yapıldığında kabul etmekle yaptım, eski başhekim göreve iade edilip kısa bir süre sonra ayrıldığında tekrar göreve döndüğümde tekrarladım, son kamu hastaneleri birliğine geçişte ise resmen bu yanlışlarımı katmerledim, kimbilir.
"Sizler hak sözü söylemiyorsanız, sizde hayır yoktur. Söylendiği halde biz kulak vermiyorsak, bizde hayır yoktur-Hz. Ömer (ra)" sözü benim de şiarımdır, olmaya da devam edecektir. Belki de batıldı ama hak olarak bilip bellediğim şeyleri söyledim ve kulak verdim.
Söylenecek çok sözüm var, ama bu kadarla iktifa etmek istiyorum. Hem vaktinizi daha fazla almak, hem de sabrınızı zorlamak istemiyorum. Bu açıklama belki bazıları için rahatsızlık ve kızgınlık oluşturabilir, ama sizlere neden, niçin ve nasıl bu noktaya geldiğimi, getirildiğimi dilimin döndüğünce anlatmak, en azından bir kısmını paylaşmak istedim. Amacım ne bir kişi ve kurumu töhmet altında bırakmak, incitmek ve yıpratmak asla değildir. Fakat susup köşemize çekilir, başımıza gelen-getirilen her şeyi kabullenirsek nasıl doğrular hükümferma olacak, nasıl birtakım yanlışlar düzelecek. Hastane Yöneticisi'nin bir karne toplantısı sırasında bana olanca lafı saydığı sırada söylediği bir söz vardı ki, halimizi açıklaması ve hakim olan zihniyeti deşifre etmesi bakımından önemli idi. "Sen nasıl olur da bu sistem, bu ekip içinde olursun da, eleştiri yapıp itiraz edersin. Safını, tarafını seç. Ya bizimle birlikte hareket et, muhalefet yapma ya da ayrıl git, muhalefet yapacaksan da öyle yap". Ben ayrılmayı tercih ettim. Bu tür bir ayrıştırma, dışlama ve ötekileştirmeye kendim maruz kalsam da bugüne kadar asla tevessül etmedim, gücüm yettiğince kimsenin de yapmasına izin vermedim. Eğer biz de, geçmişte bize yapıımış ve şikayet ettiğimiz haksızlıkları, zulümleri, adaletsizlikleri bugün başkalarına yapar isek, farkımız kalmaz ve yakınmaya da hakkımız olmaz.
Son söz; bütün bu olan bitenlerden sonra, bu "ahval ve şerait" altında, bu ekiple benim için yola devam etme imkanım kalmadı. Adeta birer ticari işletme, karhane konumuna indirgenmiş, gelir-gideri, karı ve hasta memnuniyetini önceleyen; eğitim kalitesini, hizmet kalitesini ve çalışanların memnuniyetini sonralayan bir yapıda sorumlu bir konumda olmak, o fotoğraf karesi içinde olup vebal altında kalmak benim için mümkün olmadı-olamazdı. Bürolarda, ofislerde oturup sağlık sorunlarına masa başında teorik olarak çözüm kurgulayanların; sahadaki, pratiğin içindeki, hekimler başta olma üzere bizzat hizmeti sunanların taleplerine, sıkıntılarına, ne 'ahval ve şerait'te olduklarına bir bakma, dinleyip anlama, empati yapma zamanı gelmedi mi hala? Bu yaşıma kadar kendime olan saygımı ve inancımı kaybetmedim, onu her türlü bozulmadan, tehlikeden titizlikle korudum. Haklılığımı gücümden, makam mevkimden değil; ortaya koyduğum emek, haklılık ve meşruiyetten aldım. Hekimlikte bugüne kadar yanlışlar yaptım, hatalarım, kusurlarım oldu ama meslekdaşlarımın aleyhine onları kıracak, incitecek, darıltacak bir şey yapmamaya hep özen gösterdim. Bu mesleğin onurunu, haysiyetini, itibarını korumak ve sürdürmek için elimden geleni yaptım. Şu ana kadar yazdıklarımın doğruluğuna da öncelikle kliniğimde sonra da bütün hastanede birlikte çalıştığım mesai arkadaşlarımı ve yine herkesin üstünde ve ötesinde Allah'ı şahit olarak gösteriyorum.
Başhekim olarak yazdığım son yazımdaki son sözleri tekrarlayarak sözlerimi noktalıyorum. Başhekim olarak görev yaptığım iki yıllık süre içerisinde idari kadroda birlikte çalıştığım bütün arkadaşlarım başta olmak üzere bütün Süreyyapaşa Ailesi'nden bir tekini bile incitmişsem, kırmışsam, duyarsız kalmışsam özür diliyor, haklarını helal etmelerini istirham ediyorum. Ben tek taraflı olarak (üç beş kişi hariç) hakkımı helal ediyorum. Başhekim olarak ilk yazdığım 'Merhaba' adlı yazıda, "eğer ortada bir başarı ve başarısızlık olacaksa bu hepimizindir" demiş idim. Düzeltiyorum. Eğer ortada bir başarı varsa bu hepimizindir, eğer ortada bir başarısızlık, beceriksizlik, hata ve günah varsa bu yalnızca benimdir.
'Süreyyapaşa Hastanesi' 'Heybeliada Hastanesi'nin akıbetine uğramasın, göğüs cerrahisi kliniği dahil olmak üzere hiçbir bölümünün başına kötü bir şey gelmesin, daha güzel bir yere gelsin; 'Süreyyapaşa Ailesi' daha başarılı, mutlu ve huzurlu olsun arzumdur, dileğimdir, temenni ve duamdır. Diyeceğim bundan ibarettir.
Bu vesileyle ibadet, şükür, tefekkür ve paylaşma ayı olan Ramazan ayınızı tebrik ediyor ve bu dünya makamlarının gelip geçici olduğunu, söylediğimiz ve yaptığımız her şeyden 'Yaratıp Nimetlere Garkeden ve Doğru Yolu Gösteren'e hesap vereceğimizi ve en büyük makamın 'Makam-ı Mahmud-Şükür Makamı' olduğunu hatırlarımızdan çıkarmayalım diyorum. İnşallah şu mübarek günlerde aldığım bu karar hayırlara vesile olur. Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten O'dur. O'na güvendim, O'na dayandım ve yalnız O'dan yardım diliyorum. Vesselam.