Halka bu güvensizlik niye?
Cumhurbaşkanlığı seçimi Türkiye'de her zaman sorunlu olmuştur. Ancak bu sefer, Anayasa Mahkemesi kararıyla tamamen içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Artık ortada çözüm için alternatifler de kalmamıştır.
Burada, baştan ifade etmek isterim ki, anayasada düzenlenmiş olan mevcut yapı içinde cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini doğru bulmayanlardan idim. Bunun birçok sebebi olmakla beraber, en önemlisi, bence, iki-başlı yürütmeyi esas alan parlamenter sistemde, siyasi - hukuki - cezai sorumluluğu olmayan cumhurbaşkanlığı makamının Anayasa'nın 104. maddesinde sayılan geniş yetkilerle yürütmeye ortak olmasıdır.
Parlamenter sistemde, cumhurbaşkanının sorumsuzluğu, tek başına yetki kullanamaz hale getirilerek dengelenmektedir. Halk oyuna dayanan "demokratik meşruiyet"e de sahip bulunmadığı için, cumhurbaşkanının tek başına yetkiler kullanmasına izin verilmemektedir. Tek başına yetki kullanan cumhurbaşkanı, yaptığı işlerin sorumluluğunu taşımadığı için, ancak başbakanla veya konuyla ilgili bakanla birlikte işlem yapabilmektedir. Türkiye'de yanlış olan, sorumsuz, demokratik meşruiyeti olmayan cumhurbaşkanının pek çok yetkiyi tek başına kullanmasıdır. Gerçi bu yetkilerin tek başına kullanılabilmesi hukuken tartışmalıdır; Anayasa'nın 105. maddesi tek başına yetki kullanmaya cevaz vermiyor görünmektedir. Fakat, 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren'den itibaren tek başına imza ile yetki kullanmak fiili bir durum olarak ortaya çıkmaktadır. Ne yazık ki, Kasım 2002'den beri, kendilerine çeşitli şekillerde ifade edildiği halde, hükümet, cumhurbaşkanının anayasa bakımından sorunlu olan yetki kullanımlarını tartışmaya açmamıştır. Bu husus herhangi bir hukukî düzenlemeyi gerektirmeden gündeme getirilebilirdi, hükümetin anayasa hukuku bakımından gerçekleştirebileceği etkili itirazlar mevcuttu; yapılamamıştır.
Her şeyden önemlisi, bir krizle karşılaşılacağı muhakkak iken, halkın seçmesi gibi parlamenter sistem bakımından doğru olmayan bir düzenleme yerine, cumhurbaşkanının yetkilerini azaltmak, hatta tamamen bu makamı yetkisizleştirmek yönünde bir anayasa değişikliği gerçekleştirilebilirdi. Yaklaşık bir yıldır, birçok kişi ile birlikte tarafımızdan da açıkça dile getirilen bu husus, hem parlamenter sistem içinde cumhurbaşkanlığı makamını doğru yerine oturtacak, hem 12 Eylül rejimiyle ortaya çıkan kurumsal dengesizlikleri ortadan kaldıracak, hem de "siyaset mühendisleri"ni ters köşeye yatıracak bir hamle olabilecekti. Ayrıca, cumhurbaşkanlığı makamının yetkileri, elinden alınınca bunlar buharlaşıp gitmeyecekti; bu yetkiler yürütmenin sorumlu kanadı hükümete verilecekti. Böylece, "davul hükümette tokmak cumhurbaşkanında" sistemi ortadan kalkmış olacaktı. Cumhurbaşkanlığı seçimine bir yıl süre varken bu değişikliği gerçekleştirmek mümkün olabilirdi; yapılamadı.
Halkın seçmesi neden gerekli?
Yaklaşık altı ay önce, bir vesileyle dile getirdiğimiz gibi, yapılması gereken, cumhurbaşkanının yetkilerini parlamenter rejime uygun bir şekilde yeniden ele alıp düzenlemekti. Bir askerî darbe liderine göre hazırlanan geniş yetkiler mevcut olduğu sürece bu makam tartışma odağı olmaktan kurtarılamayacaktır. Bu yetkileri bir de biz kullanalım, anlayışı da yanlıştır. Şu kadarını söyleyelim, Türkiye'de sistemdeki bozukluklar, bazen bir kesime, bazen de başka kesime yarar halde değildir; sistemdeki bozukluklar her zaman aynı kesime yaramaktadır. Bugün cumhurbaşkanının yetkilerini doğru bulanlar, yarın farklı bir cumhurbaşkanı olursa yetkilere karşı çıkacak, hukukî veya hukuk dışı yorum ve müdahalelerle bu yetkileri kullanılmaz hale getireceklerdir. Doğru olan, her zaman, sistemi ıslah etmek, zemini düzgün ve dürüst hale getirmektir. Yapılamadı.
Artık olan olmuştur; Anayasa Mahkemesi'nin kararı üzerine cumhurbaşkanının TBMM tarafından seçilmesi imkansız hale gelmiştir. Bu yeni bir durumdur; bu durum karşısında cumhurbaşkanını halk oyu ile seçmekten başka çare kalmamıştır. Cumhurbaşkanının yetkilerini, niteliklerini tartışmak artık lüzumsuzdur; çünkü hiç seçememe ihtimali belirmiştir. Cumhurbaşkanının bu Meclis kompozisyonu ile seçilmesini istemeyenler, halk tarafından seçilmesine de karşı çıkmaktadırlar. Yukarıda izah ettiğimiz mahzurlar, zaman zaman bu kesimlerce de dile getirilmekle beraber, onların halk oyuyla cumhurbaşkanı seçimine karşı olmalarındaki asıl sebep başkadır. 1950 ile 1960 arasındaki on yıl dışında, günümüze kadar, bazen askerî darbelerle de olsa, seçilmeden iktidarda olma "başarı"sını gösteren bu kesimler, kendilerini seçmeyen halka karşı büyük bir güvensizlik içindedirler. Açık olarak bilmektedirler ki, eğer cumhurbaşkanını halk seçerse, kendilerinin hiçbir şansı yoktur. Haklıdırlar; siyasi tarihimiz de bu gerçeğe şahadet etmektedir. Cumhurbaşkanı TBMM tarafından seçilirse, milletvekili çoğunluğunu dikkate almadan, şu veya bu şekilde manipülasyonlarla dayattıkları bir kişiyi seçtirebileceklerine inanmaktadırlar. Nitekim, 1961'de Prof. Dr. Ali Fuad Başgil'i tehdit yoluyla adaylıktan vazgeçirerek, 1966'da çoğunluğa sahip hükümeti psikolojik tehdit altında tutarak, 1973'te TBMM üzerinde savaş uçaklarını alçaktan uçurarak, 1980'de emir komuta zinciri içinde darbe yaparak, 1997'de postmodern darbenin etkisiyle Meclis iradesini yönlendirerek arzu edilen kişileri cumhurbaşkanı seçtirmek mümkün olmuştur. Ancak, halk oyunu bu şekilde manipüle etmek mümkün olamamaktadır. 27 Mayıs darbesinden sonra, liderleri idam edilen ve silindiği düşünülen partinin devamı olan partiler bölündükleri halde beklenmedik oranda oy almışlar, 1973'te askeri müdahaleye karşı çıkan parti en çok oyu almış, 1983 seçimlerinde darbe liderlerinin desteklediği ve halka takdim ettiği parti başarısız olmuş, 28 Şubat sonrasında bütün manipülasyonlara rağmen istedikleri Meclis kompozisyonunu oluşturamamışlardır. Bu sebeple, cumhurbaşkanını halk seçerse, hem seçime tesir etmek mümkün olmaz, hem de halkın kimleri seçmeyeceği açıkça ortadadır. Halk oyu ile cumhurbaşkanı seçimine, "seçimsiz iktidar"ı ellerinde tutmaya alışkın olanlar karşı çıkmaktadır.
İleri sürülen gerekçeler, gelinen bu noktada hem doğru değildir, hem de tutarlı değildir. Mesela, cumhurbaşkanını halkın seçmesi halinde "tarafsızlık" niteliğinin bulunmayacağı iddiasına bakalım. Cumhurbaşkanının tarafsızlığı, anayasada düzenlenmiş bir "hukuki" tarafsızlıktır; TBMM ile, hükümet ile, yargı organları ile ve diğer devlet kurumları ile ilişkileri bakımından öngörülmüş bir tarafsızlıktır. Anayasada düzenlenen yetkileri kullanması bakımından cumhurbaşkanının taraflı olabilmesi de pek mümkün değildir. Bu sebeple, halk oyu ile seçilmiş olmasının, bir hukukî tarafsızlık anlamında cumhurbaşkanının tarafsızlığına engel olacağı iddiası doğru değildir. Öbür taraftan, halk tarafından seçilmemiş cumhurbaşkanlarının "tarafsız" olduğunu söylemek doğru mudur? Mesela, 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel, halk tarafından seçilmemiş olduğu halde, bu tez esas alınırsa, "tarafsızlık" niteliğine uygun mudur? Ya da görevdeki Cumhurbaşkanı Sayın Ahmet Necdet Sezer, "tarafsız" bir cumhurbaşkanı mı olmuştur? Kanunlar karşısındaki tutumundan Kasım 2002 öncesi ve sonrası resepsiyon davetlerindeki tutumuna, hükümet bürokratlarının atanmasındaki tutumundan yüksek yargı organlarına yaptığı atamalara, kullandığı af yetkisinden rektör atamalarına kadar, Sayın Cumhurbaşkanı'nın hukuki tarafsızlığı her zaman tartışılabilecek durumdadır. Demek ki, "tarafsızlık", halk oyu ile seçilmekle bozulacak bir şey değildir.
Sadece cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi değil, başkanlık sistemi de Türkiye'de tartışılmalıdır. İki-başlı yürütmeyi esas alan sistemin ülkemize bir yarar getirdiği söylenemez. Tam tersine seçimsiz iktidarlara zemin teşkil ettiği, bu sebeple gerçek anlamda demokrasiyi engellediği ifade edilebilir. Latin Amerika ülkelerinde askerî darbe ile başkanlık sistemi arasındaki korelasyon o ülkelerin özel siyasi şartlarıyla açıklanabilir. Ülkemizde başkanlık sistemi olmadığı halde, yaklaşık on yılda bir yapılan askerî darbeleri dikkate alırsak, parlamenter sistemle askerî darbe arasında da bir korelasyon kurabiliriz. Başkanlık sistemi kabul edilirse, ülkemizdeki darbe periyodu muhtemelen, on yıldan kısa bir süreye inmeyecektir; bu makul bir süredir çünkü.
Görünen odur ki, bazı kesimlerce mesele cumhurbaşkanını kimin seçeceği meselesi değildir; anayasal sistem, hukuk devleti, memleket menfaati hiç değildir. Asıl mesele, "kim seçerse seçsin, bizim istediğimizi seçsin" tezinin geçerliliğini sürdürmektir. Türkiye, "seçilmeden iktidar"da olan ve kendini daima milletten üstün gören bu zihniyetten kurtulmadıkça huzura eremeyecektir.
DOÇ. DR. MUSTAFA ŞENTOP - MARMARA ÜNİVERSİTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ