Özel sektörün temel problemi: İnsanı makine gibi görme
Yorum yazan: baygeldi
İktisat derslerinde sürekli iki üretim faktörü ön plana çıkarılır: emek ve sermaye?Bu iki temel üretim faktörü, yüzyıllara damgasını vuran ideolojilerin de çıkış noktası olmuşlardır. Bazıları sermaye için emeğin stok edilmiş hali de demişlerdir. Bugün emek deyince insan, sermaye deyince de makine, teçhizat, cihaz?vb. parasal varlıklar anlaşılmaktadır. Emek ve sermaye, üretim tekniğine göre farklı oranlarda bir araya gelir ve sınırlı olarak birbirini ikame ederler. Peki bu iki üretim faktörünün özellikleri ne ölçüde birbirine benzemektedir?
Türkiye'de özel sektöre baktığımız zaman, bu sorunun cevabının "bu iki faktör birbirinin aynıdır" olduğu düşünülebilir. Bize öğretildiğine göre, F.W. Taylor'un Sanayi İnkılabı'nın ardından geliştirdiği Bilimsel Yönetim Anlayışı da aynı noktadaydı ve asırlar sonunda insanı farklı görme ve onun farklılığını dikkate alma olgusu ortaya çıkmıştı. Neydi insanı farklı kılan? İnsan düşünen, hisseden, hayaller kuran, amaçları olan sosyal bir varlıktı. Psikolojik durumu her şeyden daha önemliydi. O yüzden motivasyon denildi. Çalışanlar İç müşteridir, müşteri memnuniyeti kapsamına onlar da girer denildi. Kalite çemberlerine katılıp kendini ifade etmeli, işletme için fikirler üretmeli ve buna değer verildiğini görmeli denildi?Aslında denen şey çoktu ama gerçek hayat da zordu! Rekabetin acımasız bir şekilde küreselleştiği, devlet otoritesinin zayıfladığı, insanların örgütlenme kültüründen uzak tutulduğu ve ekmeğin aslanın ağzına hata bir görüşe göre midesine yerleştiği bir zamanda gerçek hayatın şartları da kendine göre oluşacaktı elbette.
İşinden memnun olmakla alakalı bir araştırmanın sonucunda, memnuniyetsizlerin oranı ne kadar çok çıkmıştı ülkemizde. Bu sonuç, bana göre makine-insan ayrımını yapamamış olan yöneticilerden kaynaklanmaktadır. İnsanları yasal haklarından dahi mahrum bırakan, hak arama yollarını tehditle kapatan (valla işsiz çok dışarıda, işsizlik de zor hani!) , verimlilik artışını aynı işi daha az insanla yapmak için insanları acımasızca zorlamak olarak gören anlayış; biriktirdiği sosyal grizunun öyle veya böyle günün birinde patlayacağını görmezden gelerek günü kurtarma telaşındadır.
Çalışan işletmenin değerli bir parçası olduğunu hissetmelidir. Haklarının korunduğunu ve korunacağını, emeğinin karşılığını aldığını ve alacağını, kendi düşüncelerine önem verildiğini ve verileceğini bilmek ister. Motivasyon; işyerinde akıllı, bilinçli ve zamanında müdahale etmeyi bilen yöneticilerin varlığı halinde sağlanabilir. İşler yürüdüğü sürece yeni bir yaklaşım aramayanlar, işler yürümediği zaman yapabilecekleri pek de bir şeyleri olmadığını fark edecekler ama iş işten geçmiş olacaktır. Şunu da yeri gelmişken söylemek gerek ki, aşağılara pek yansımaz ama, Genel Müdür dahi olsanız sermayenin işçisisiniz ve onun emirleri dışına çıkamazsınız! Dolayısıyla yöneticiden kastım sermaye sahipleri, yani asıl yöneticilerdir.
Bir insan, haksızlıkların hiç değilse açık açık yapılmadığı ortamlarda mutlu ve dolayısıyla verimli olabilir. Ve aslında verimlilik sayısal bir olgudan çok sosyal bir olgudur bence. Teknoloji seviyesi çok da artmayan ülkemizde 2001 krizi sonrası verimlilik arttı sananlar, verimlilik=çıktı/girdi mekanikliğinde kalmışlardır. Krizden önce 10 kişinin yaptığı işi kriz sonrası 3 kişi yapıyorsa, evet sayılar verimlilik arttı diyecektir ama bunu bir de o 3 kişiye sormak, onların pozisyonlarına göre durumu bir daha değerlendirmek gerekmez mi? Verimlilik mi etkinlik mi sorusu bir daha sorulmalı değil mi?
SONUÇ
Türkiyemiz; verimsizliğin, hedefsizliğin, kalitesizliğin cenderesinde kalmış
bir kamu sektörü ile insanı makine gibi gören, verimlilik uğruna üç beş kuruş
için çalışan memnuniyetini feda eden, insanları motive ederek değil zorlayarak
çalıştıran, çalışan-işletme ilişkilerini soğutan bir özel sektörün-istisnalar
saklı olmak kaydıyla-çelişkili birlikteliğini yaşamaktadır. Bu yaman bir çelişkidir.
İki farklı dünya iç içe yaşamakta ve birbirine ayak uyduramamaktadır.
Özel sektör cazibesini kaybetmektedir. Kamu için yapılan KPSS sınavına milyonla
ifade edilen sayıda insan başvurmakta ve bir zamanlar kamunun k'sini düşünmeyen
Bilkent, ODTÜ vb. üniversitelerin mezunları da giderek artan bir şekilde kamuyu
tercih etmektedirler. Kısacası, çalışma hayatının henüz başlangıcında kırk katır
mı, kırk satır mı sorusu gündeme gelmektedir.
Gayet açık ki, her problem gibi bu problemler de zihniyet değişmeden çözülemeyecektir.
Devlet otoritesini arttırsa da, hak arama ve örgütlenme kültürü güçlense de,
kötü tecrübelerden ders çıkarılsa da asıl çözüm zihniyet devrimindedir. AB sürecinden
beklenen de zaten tam üyelikten ziyade, bu süreçte yaşanacak zihniyet değişimi
değil midir? Kamu personel reformunu bu hükümet elinden geldiği ölçüde yapacaktır.
Bence asıl özel sektörün personel reformu bir an önce başlatılmalıdır. Yoksa
bu gidişin sonu hiç de arzu edeceğimiz gibi olmayacak!