Sare hanım Ahmet Davutoğlu'nu anlattı
Başbakan Ahmet Davutoğlu ve eşi Sare Davutoğlu ile dün başlayan sohbetimiz, bugün de devam ediyor...
GAZETE HABERTÜRK
NEDEN KONUŞTUK?
Sabah 08.30'da çaldık İstanbul Göktürk'teki evlerinin kapısını... İlk önce ortamın mütevazılığı çekti dikkatimizi. Ne abartılı güvenlik kontrolleriyle karşılaştık, ne de şaşalı bir atmosferle. Başbakan'ın konutu olduğunu bilmesek; burayı 4 çocuklu, bol kitaplı bir ailenin yaşadığı, geniş herhangi bir ev zannedebilirdik. Çalışanlar da ailenin parçası gibiydi. Sohbete Sare Hanım'la başladık. 1 saat kadar sonra Başbakan Davutoğlu da katıldı bize...
Konuşmamızın ilk bölümünü dün yayımlamıştık. Bugünse Sare Hanım'ın doktorluk mesleği ile Başbakan eşi olmak arasında gidip gelen hikayesi ve siyaset gündemiyle devam ediyoruz.
-Sizi pek kameraları sevmeyen, ön planda olmayan, işine bağlı biri olarak biliyoruz. Fakat siyaset fırtınası sizi de biraz içine çekti galiba...
Şu andaki görev ister istemez bu hareketli yaşamın içinde olmayı gerektiriyor. Kampanya sürecinde Ahmet Bey'in yanında olmam gerektiğini fark ettim. Bundan memnun da oluyorum. İnsanlarla birlikte olmak, sorunlarına çözüm bulabilmek çok güzel. "Aman, Başbakanımıza iyi bakın, sağlığına dikkat edin veya ilk kez gördüğüm insanların 'size her gün dua ediyoruz'" demeleri bana güzel duygular yaşatıyor.
-Eşinizin görevine rağmen hastalarınızı bırakmamışsınız. Zor olmuyor mu?
Tabi ki zor oluyor. Mesela dün akşam Ahmet Bey "Ben eve geçiyorum, misafir çağırdım, sen evde misin?" diye sordu. Biraz suçluluk duyarak "Yok ben işteyim" dedim. "Nereden çıktı? Hani gitmeyecektin?" dedi. Ben de dengelemeye çalışıyorum. Onun programı başlayınca mümkünse ben hemen muayenehaneye geçiyorum. Mesela bugün Ahmet Bey'le birlikte yoğun bir programımız var ama bir ara hastaneye uğramam lazım, küçük bir müdahalem var.
-Bu durum stres yaratmıyor mu?
Hastaneye ulaştığımda stresim ortadan kalkıyor. Çok şükür o anda işime, hastama odaklanıyorum. Bazen böyle çok yoğun günlerde artık farklı bir formatta mı çalışsam diye düşündüğüm oluyor ama hastalarım özellikle de gebelerimle bir araya gelince rahatlıyorum. Onlarla ilgilenmek ruhumu dinlendiriyor. Nasıl yol arkadaşlığı, asker arkadaşlığı unutulmazsa, hamilelik ve doğum da çok özel bir yol arkadaşlığı. Hekim ve hasta birlikte bu süreci gerçekten güzel bir şekilde yaşayınca, sağlam bir dostluk kuruluyor. Elbette bazı hastalarımın doğumunda bulunamıyorum. Ama birlikte çalıştığım değerli hekim arkadaşım, sevgili ebemiz ve hatta muayenehanedeki asistanımızla birlikte bir ekip olduğumuzu ve doğumda yanlarında olamasam da süreci yakinen takip ettiğimi, onlar için dua ettiğimi, sürekli bilgi aldığımı ve bana ihtiyaç duydukları her an ulaşabileceklerini bilmeleri aramızdaki güven ilişkisini pekiştiriyor.
-Çok hastanız var mı?
Bakanlık döneminden itibaren ağırlıklı olarak Ankara'da bulunsam da, İstanbul'da bir çalışma düzeni oturttum. Sürekli burada bulunmadığım için ilk kez gelecek hastalar tercih etmez, doğumlar da azalır diye tahmin ediyordum fakat öyle olmadı. Biraz güven meselesi. İnsanlar özellikle benim alanımda bildiği, güvendiği doktora gitmek istiyor.
-Peki, bu koşuşturma içerisinde çocukları görme fırsatınız oluyor mu?
Yani, en önemli sıkıntı o tabi ki... Bu konuda küçük kızımız ve oğlumuzun ciddi şikayetleri var, biz de zaman zaman vicdan azabı duyuyoruz ama birlikte olduğumuz her anı çok iyi değerlendirmeye çalışıyoruz.
'BABAM BAŞIMI ÖRTMEME KARŞI ÇIKMIŞTI'
-Nasıl bir ailede büyüdünüz?
Merhamet ve muhabbet ortamında büyüdüm diyebilirim. 7 yaşımda annemi kaybettim. Hakikatten çok özel bir insandı. Babamsa çok disiplinli ve ölçülüydü. Aynı zamanda bize çok düşkündü. Her hafta sonu bizi mutlaka gezdirirdi. Her şeyimizle çok yakından ilgilenirdi. Bir de temel insani değerleri bize çok küçük yaşta kazandırdı. Mesela, okula giderken kalabalık otobüslerde biletçi yanımıza gelemezse, ertesi gün çift bilet almamızı tembihlerdi ve bize 'Aman yavrum bunda saçı bitmedik yetimin hakkı var' derdi.
-Kim büyüttü sizi?
Annemi kaybedince babaannemler bir süre yanımızda kaldı. Sonra babam evlendi.
-Kaç kardeştiniz?
İkinci annemden olan kardeşimle birlikte 4 kardeşiz.
-Mütedeyyin bir aile miydi?
Babam mütedeyyinden ziyade geleneksel ve muhafazakardı. Mesela ablamla ben başımızı örttüğümüzde karşı çıkmıştı. 1980 öncesi çok politik bir ortam vardı, bir şekilde zarar verilir veya eğitimimize mani olur diye endişe etti sanırım.
-Başınızı örtmeye nasıl karar verdiniz?
O dönem herkesin çok okuduğu bir dönemdi. Herkes kendince "Türkiye nasıl kurtulur?" sorusuna cevap arıyordu. O dönemde birçok toplantılara katıldık, birçok okumalar yaptık. Hatta ablam önce sol akımlara ilgi duydu. Sonra baktık ki özde bir sıkıntı var. Allah'a imanın gereklerini yerine getirmeliyiz, diye düşündük. Bunu öyle güçlü hissettik ki babamızı üzmeyi bile göze alabildik. Sonrasında zaten en büyük desteğimiz yine babam oldu.
-Eskişehir'de o dönem ortam baskıcı mıydı?
Hayır, değildi. Eskişehir'de çok özgür bir atmosfer vardı. Zaten çok kozmopolit bir yerdir. Küçük İstanbul gibidir. Bizim büyüdüğümüz yıllarda okuma-yazma oranının en yüksek olduğu ilimizdi.
'BAŞAK BURCU OLMANIN GETİRDİĞİ BİR MUHAFAZAKAR TARAFIM VAR'
"Çocukluğumdan itibaren dışa dönük ama aynı zamanda ölçülü bir çocuktum. Şımarmak için insanın bir anneye ihtiyacı var galiba... Ayrıca başak burcu olmanın getirdiği bir muhafazakar tarafım da var. Eşyalarımın yerini değiştirmeyi bile pek sevmem mesela..."
'TOLERANSSIZ VE ÖN YARGILI BİR ORTAM VAR'
-Ahmet Bey'in Başbakan olması hayatınızı nasıl etkiledi?
Her şeyden önce daha fazla görünür olduk. Daha fazla dikkat etmemiz gerekiyor. Yanlış anlaşılma riskimiz çok arttı. Aslında bu sadece Ahmet Bey'in Başbakan olması ile ilgili değil. Maalesef Türkiye'de hakikaten çok toleranssız ve ön yargılı bir ortam var. Yani birbirimizi anlamayı güçleştiren, ortak duygularımızı ortaya çıkartabilmeyi, birbirimize ulaşmayı ve farklı düşünsek bile ortak paydalarda doğru bir şeyler yapmamızı güçleştirecek kadar derin önyargılar var. Oysa 'iyi'nin kim yaparsa yapsın sahiplenilmesi, 'kötü'nün de yine kimin yaptığına bakılmaksızın karşısında durulması gerekli. Bu aslında samimiyetle de ilgili bir şey. Benim için samimiyet çok önemli. Bizimle aynı fikirden olmayan ama samimi olan bir insanı, samimiyetsiz, çıkarları için yanımızda olan biriyle beraber olmaya yeğlerim.
-"Ahmet Bey keşke siyasete hiç bulaşmasaydı, hoca olarak kalsaydı, mütevazi hayatımıza devam etseydik" diyor musunuz?
Yok, demiyorum. O çok yanlış bir yaklaşım olur. Buradaysak bu şerefli görevin hakkını vermemiz gerekiyor.
'AHMET BEY İLE YAŞAMAK ÇOK ÖĞRETİCİ'
-Ahmet Bey'in entelektüel yanını biliyoruz. Sizin kitaplarla aranız nasıl?
Okumayı severim. Başucumda, çantamda mutlaka kitaplarım vardır. Zaten hekim olarak sürekli okumak zorundayız. Her hekim gibi ben de yeni yayınları takip etmeye çalışıyorum. Konuşmacı olarak katıldığım toplantılardan önce mutlaka konuyla ilgili okumalar yaparım. Ayrıca Ahmet Bey'in birikiminden de elbette çok istifade ediyorum. Onunla yaşamak çok öğretici.
-Şu sıralar ne okuyorsunuz?
İskender Pala'nın 'Mihmandar'ı şu an elimde. Aslında gün içindeki ortam ve ruh halime göre aynı anda birkaç kitabı birlikte okumayı severim. Vahdettin İnce'nin 'Kürdinsan: Bir Kürt Sosyolojisi Denemesi'ni yeni bitirdim. Hatırat okumayı çok severim. Ali Ulvi Kurucu'nun hatıratı yakın tarihimizle de ilgili olduğu için çok öğretici. Jennifer Worth'ın 'Ebeyi Çağır' adlı hatıratının bendeki yeri başkadır. 1950'li yıllarda Londra'nın kenar mahallelerinde ebelik yapmış bir ebe hanımın tecrübelerini anlatıyor. Umarım Türkçe'ye de çevrilir. Ayrıca Nörolog Oliver Sacks'ın kitaplarının çoğunu severek okudum.
-Başbakan Davutoğlu 5 yeni kitap hazırlıyormuş. Siz de kitap yazmayı düşünüyor musunuz?
Hatırat değil ama doğumla ilgili bir kitap yazma projem var. Doğumun aslında tabii, aynı zamanda çok da güzel bir süreç olduğunu, yani bir bebeğin ailesine kavuşmasını, bir annenin 9 aydır taşıdığı evladını kucağına almasını ve doğumun güzel yüzünü aslında biraz daha vurgulayacak bir kitap yazmayı istiyorum. İnşallah eski ebelerimiz, eski doktorlarımızın hatıralarını da toparlayıp böyle bir kitap kaleme almayı arzu ediyorum. Çünkü Türkiye'de doğuma bakış açımızı değiştirmemiz gerektiğine inanıyorum. Bu konu ile ilgili birçok şey var. Mesela bu seneki sezaryen oranımız %52. Yani her 2 bebekten biri sezaryen ile doğuyor.
'AHMET BEY'İN EN SEVDİĞİ YEMEK KABUKLU BAKLA'
-Mutfakla aranız nasıl?
Çocukların ve Ahmet Bey'in sevdiği şeyleri yapmayı çok severim. Ahmet Bey Konya Taşkent'in yöresel bir kabuklu bakla yemeği vardır, onu çok sever. Fasulyeyi dalında kurutuyorlar, içleri iyice büyüyor, taneleniyor. Sonra onu toplayıp kuru et ve dağ eriğiyle pişiriyorlar. Çok lezzetli bir yemek oluyor hakikaten. Bir de o yöreye özgü, yılan otu denilen bir bitkiyle yapılan tarhana çorbası var.
'SİYASİ HAREKETLERİN KENDİLERİYLE MUHASEBE HALİNDE OLMALARI LAZIM'
-Türkiye son dönemde çok kutuplaştı. AK Parti de bu kutuplaşmanın bir parçası olarak görülüyor. Bu ortamı siz nasıl görüyorsunuz?
Bu seçimdeki atmosferin 7 Haziran'a kıyasla daha sakin geçmesini temenni ediyordum. Ahmet Bey'in çağrısı da biliyorsunuz bu yönde oldu. Keşke tüm siyasi partiler bu çağrıya uyabilse idi. Ama ne yazık ki Ankara'da yaşadığımız üzücü saldırı buna imkan bırakmadı. Orada kaybettiğimiz vatandaşlarımızın acısı hepimizin yüreğini yaktı. Son dönemde bir yanda terör operasyonlarındaki şehitlerimiz, diğer yanda terör saldırılarında kaybettiğimiz insanlarımız gönlümüzün istediği gibi bir kampanya yürütmeyi ne yazık ki mümkün kılmadı. Beni özellikle şehitlerimizin evlatları, terör saldırılarında hayatını kaybedenlerin geride bıraktığı çocukları çok yaralıyor. Onların hepsi artık bu toplumun çocukları, evlatları, bizim evlatlarımız. Gittiğimiz her ilde şehit ailelerini ziyaret etmeye çalışıyoruz. Onlarda gördüğümüz vakar, dirayet ve tevekkül bu toprağın mayasının ne kadar sağlam olduğunu da gösteriyor. Toplum olarak bizim çatışmaya, kutuplaşmaya değil, birlikte hareket etmeye ihtiyacımız var. Sahip olduğumuz tarihi miras göz önünde bulundurulduğunda bizim uzlaşmacı kültürümüzü ön plana çıkarmamız hiç de zor değil. İnşallah bu zor günleri de birbirimize omuz omuza vererek aşarız.
-AK Parti'nin gidişatını nasıl görüyorsunuz?
Tıpkı insanlar gibi siyasi hareketlerin de kendileriyle muhasebe halinde olmaları lazım. AK Parti gerçekten büyük bir hareket. Ben AK Parti'de omurgayı oluşturan asıl aktörlerin gerçek bir idealizmi ve hizmet aşkını taşıdığını görüyorum. Önemli olan bu idealizmin her kademedeki partililere aktarılabilmesidir. Seçimler siyasi partilere muhasebe yapma imkanı vererek, onları güçlendiriyor. Bizim halkımız son derece sağduyulu. Bu sağduyuya her zaman güveniyoruz.
BAŞBAKAN DAVUTOĞLU: 'BİZDEN KAYNAKLANMASA DA ÇÖZÜM SÜRECİNİN DURMASI İÇİME SİNMİYOR'
-Başbakan olduğunuz dönemde geriye dönüp baktığınızda içinize sinmeyen bir şey var mı?
Elimizden geleni yaptık. Yine de bizden kaynaklanan sebeplerden olmasa da içimize sinmeyen birçok süreç yaşandı. Mesela çözüm sürecinde o kadar mesafe alınmışken ve Türkiye'de şiddetin, terörün bütünüyle bitirilebilineceği bir aşamaya geçilmişken; önce Kobane bahane edilerek, daha sonra bölgedeki gelişmeler de istismar edilerek terörün tekrar hortlatılması. Bu prensipsel olarak Türkiye açısından da AK Parti politikalarımız açısından da kabul etmediğimiz, edemeyeceğimiz bir süreç oldu. Bizden kaynaklanmadığı halde içimize sinmeyen bir durumdu...
-4 bakanın yüce divana gönderilmesi konusunda sizin gönlünüzden geçenin hukuki sürecin işlemesi olduğu söyleniyor. "Kabataş saldırısı, camide içki iddiası gibi sonradan ispatlanamayan konular AK Parti'nin dindarlık imajına zarar verdi" gibi bir eleştiri de söz konusu. Bütün bu meselelerle ilgili içinize sinmeyen şeyler var mı?
Bizim bu konularda tutumumuzun ne kadar ilkesel olduğunu herkes bilir. 17-25 Aralık soruşturmaları da sadece yolsuzluk iddiaları ile ilgili bir mesele olsaydı mutlaka farklı düzlemlerde davranırdık. Ama bu konular bir siyasi operasyon amacıyla kullanıldı. Burada önemli olan bu konulardan hareketle bir siyasi komplonun yaşatılmış olması. Bundan sonra da AK Parti'nin kurucu ilkeleri olarak gördüğümüz yolsuzlukla mücadele konusunda ilk günkü yaklaşımımızı aynen muhafaza edeceğiz. Nitekim son kongremizde bir etik kurulu oluşturduk. Bu konulardaki hassasiyetimizi sürdüreceğiz.
'KENDİMİZE ÖZGÜ MİMARİ GELİŞTİRMEDE EKSİK KALDIK'
-Siz hep bir medeniyet tasavvurundan söz ediyorsunuz. Medeniyet tasavvurunun önemli parçalarından biri de mimaridir. AK Parti dönemimin mimari anlayışı içinize siniyor mu?
Bu meselenin AK Parti'nin ötesinde yaşanan toplumsal değişimle ilgili bir boyutu olduğu kanaatindeyim. 1950'den bu yana hızlı şehirleşme, sanayileşme ve sosyal dinamizm yaşayan bir toplumuz. Başka toplumların 200-300 yıl içinde yaşadığı süreçleri biz 60 yıl içinde yaşadık. İstanbul'da esas büyük mimari kaybın 1950'lerden itibaren yanlış şehirleşme soncunda sadece Eminönü ilçesinde 180 civarında cami ve mescit yıkıldı. Bu vahim bir tablodur. O zamandan beri bir bilinçsizlik var. AK Parti döneminde büyük bir ekonomik kalkınma söz konusu oldu. Refah arttığı için konut talebi de arttı.Terör sebebi ile köyünü terk edenler şehirlere geldiler. Mardin'in nüfusu kadar Mardinli, İzmir ve İstanbul'da yaşıyor. Tüm bunların biriktirdiği bir tablo var. Peki, biz buna hazırlıklı mıydık? İtiraf edeyim, geldiğimiz 12 yıl içinde ben de buna çok eleştirel bakanlardanım. Kendimize özgü mimari geliştirme konusunda eksik kaldık. Dikey mimariye karşı yatay mimariyi savunduğumu hep söylüyorum. Ancak tüm bunlar son 13 yıl içinde toplumun bir çok kesiminin konut ihtiyacının karşılandığı, yaşadığımız ciddi ekonomik büyümenin ve istihdamın hatırı sayılır bir kısmının inşaat sektörüne dayandığı gerçeğini de değiştirmez. Önemli olan bu dengenin kurulabilmesi. Bunun için de ciddi çalışmalarımız var.
'SANATA SINIRLAMA GETİRİLMESİ YANLIŞ'
-AK Parti'nin kültür politikası da eleştiriliyor. Sanata muhafazakarca yaklaşan, tiyatrocuları isyan ettiren, AKM'yi bir türlü yapmayan AK Parti imajı sizi rahatsız etmiyor mu?
AKM ayrı bir olay, çünkü onun hukuksal bir süreci var. Taksim konusunu ayrıca konuşabiliriz. Ama kültür konusunda belli alanlarda ciddi mesafeler alındı. Mesela tarihi eserlerin restorasyonu, modern sanatların desteklenmesi ve müzelerin yaygınlaşması konusunda ciddi çalışmalar yapıldı. Türkiye'nin her yerinde kültür merkezleri açıldı. Ama eksikler ve bazı problemler de var. Daha fazla özen göstermek gerekiyor.
-Sanata baskı ve sansürden şikayetçi sanatçılara cevabınız nedir?
Hayatını bu tür çalışmalarla geçirmiş birisi olarak söylüyorum, sanat ve kültür hayatına herhangi bir sınırlama getirilmesinin doğru olmadığı kanaatindeyim. Büyük fikirler ancak özgür bir ortamda gelişebilir. Kaldı ki bugün de tüm eksiklerine rağmen Türkiye'deki tartışma ortamı bir çok Avrupa ülkesinde olmadığı kadar canlı. Bu yeterli mi elbette değil ama kimse de Türkiye'yi kimsenin fikrini ifade edemediği ülkelerle karşılaştırmaya da kalkmasın. Son tahlilde herkes her istediği görüşü hakaret etmeden ifade edebildiği bir ortamdayız. Sadece seçim kampanyasındaki tartışmalara bakmak bile yeter bunu anlamak için. Bunları söylerken, son yıllarda kültür ve sanat alanında uğraş veren bazı isimlerin, birleştirici olmak, ortak bir duygunun oluşmasına katkı vermek yerine dışlayıcı, kutuplaştırıcı bir dil ve davranış içinde olduklarını da görmemiz gerekiyor. Bu eleştirilerin bir çoğu, uzlaşmacı olmayan bu ruh halinin yansıması.
'7 HAZİRAN'DA TEMEL SORU HDP'NİN BARAJI AŞIP AŞMAYACAĞI SORUSU İDİ, ŞİMDİ İSE AK PARTİ'NİN TEK BAŞINA İKTİDAR OLUP OLMAYACAĞI...'
-Ankara patlamasının amacı neydi? Sizce arkasında bir devlet var mı? DEAŞ ve PKK'nın işbirliği yaptığı iddianızı pek ikna edici bulunmadı...
Terör örgütleri alanda birbirleriyle içli dışlı faaliyet gösteriyorlar. Ankara patlamasında DEAŞ terör örgütünün doğrudan müdahalesi yanında özellikle lojistik aktarım ve kamuoyu algısı oluşturma bakımından PKK'nın da etkide bulunduğu bir süreç gözlüyoruz. Benim kast ettiğim bu. Dolayısıyla kokteyl bir terörden bahsediyoruz. Mesela Suruç bombalamasından sonra PKK'nın Ceylanpınar'da ve Adıyaman'da saldırıya geçmiş olması bir tesadüf olamaz. Aynı şekilde Ankara patlamasından sonraki tavırlara, tutumlara bakıldığında da Suruç sonrası sürece bir paralellik görüyoruz. Ayrıca istihbari olarak da birtakım irtibatlar tespit ediyoruz. PKK'nın, DEAŞ'ın ortak hedefi; Türkiye'de istikrarsızlık ortamı çıkarmak, seçimlere doğru giderken Türkiye'deki demokratik seçim ortamını olumsuz yönde etkilemek ve bu istikrarsızlık ortamında kendi ideolojilerine uygun şartlar yaratmak. Çünkü bu seçimlerde temel çerçevede nihai soru AK Parti'nin tek başına iktidar olup olmayacağı sorusu. Diğer partilerin performanslarında da büyük değişiklikler, bir takım iniş çıkışlar var ama hükümet formüllerini etkileyecek bir durumları yok. 7 Haziran'da temel soru HDP'nin barajı aşıp aşmayacağı sorusu idi şimdi ise AK Parti'nin tek başına iktidar olup olmayacağı sorusu.
-Yeni patlamaların olabileceği iddiası var. Endişe etmeli miyiz?
Terör örgütlerinin hedefi zaten böyle bir endişe ortamı çıkarmaya çalışmak. Devlet olarak bizim görevimiz her türlü tedbiri almaktır, alıyoruz da. Terör örgütleri bir kaygı psikolojisi oluşturmaya çalışıyorlar. Dikkat çekici bir şey, meydanlarda yeniden mitinglere çıktığımız anda bu malum fuatavni denilen hesaptan katılacağım bazı mitinglerde bombalı saldırı yapılacalağı twitleri atıldı. Bu dahi, bombayı yapanlar bir örgütten olsalar bile bundan istifade etmek isteyenlerin başka bir örgütten olabileceğini ortaya çıkartıyor. Bu twitlerin iki amacı olduğunu düşünüyorum. Birincisi, mitinglerime halkın katılımı azalacak ve AK Parti başarısız görünecek. İkincisi, halk tedirgin olacak ve bu tedirginlik içinde toplumu yönlendirmek, belli algıları oluşturmak kolaylaşacak. Dolayısıyla bunlar bile terör örgütlerinin arasındaki irtibatı ortaya koyan durumlar.
RUSYA'YA GİDİŞİ ESAD'IN ZAYIFLIĞINI GÖSTERİYOR'
-Esad'ın Rusya'ya gitmesi ve Putin'le verdiği fotoğrafı nasıl yorumladınız?
Esad'lı geçişten söz ediliyor, peki geçişten sonra ne olacak? Halkına bu derece zulmetmiş, yüz binlerce vatandaşını kendi eliyle katletmiş, milyonlarcasını ülkeden sürmüş bir diktatörle geçiş yapılabileceğine biz inanmıyoruz. Konuşulacak konu Esad'ın gidiş formülünün ne olacağı konusu olmalı. Bu gidişin nasıl olacağı ve Suriye halkının geleceği bakımından bu geçişin nasıl sağlanabileceği hususlarında bazı egzersizler yapılabilir. Rusya'nın Suriye'ye müdahalesi ve sonrasında Esad'ın Rusya'ya gidişiyse aslında Esad'ın zayıflığını ortaya koyan bir durum. Esad kendi ordusuyla, milisleriyle artık durumu kontrol edemediği için İran'dan destek istedi ve İran Devrim Muhafızları müdahil oldu Iraklı Şiiler müdahil oldu. Yine ayakta duramadı bu sefer Rusya müdahil oldu. Tüm bunlar Esad'ın başarısını değil olayı kontrol etme kabiliyetini tümüyle kaybettiğini gösteriyor. Dün bildiğiniz gibi Türkiye, Rusya, Amerika ve Suudi Arabistan dışişleri bakanları arasında dörtlü bir görüşme yapıldı. Bu önemli bir gelişme. Böylece bu dörtlü mekanizma üzerinden geçiş sürecinin nasıl olacağını bütün taraflarla görüşüyoruz.