Mekteb-i Zirai Şahane
10 Ocak 1846 Osmanlıda Mekteb-i Zirai Şahane'nin, ziraat eğitimine başlaması. Tarım ya da ziraat, başlangıçta, vaziyet itibarı ile bedensel ve sonuç itibarı ile midesel bir faaliyet olsa da hepsinden önce beyinsel bir faaliyettir.
10 Ocak 1846 Osmanlıda Mekteb-i Zirai Şahane'nin, ziraat eğitimine başlaması. Tarım ya da ziraat, başlangıçta, vaziyet itibarı ile bedensel ve sonuç itibarı ile midesel bir faaliyet olsa da hepsinden önce beyinsel bir faaliyettir.
Zamanı farklılaştıran ve kıymetlendiren o zaman içerisinde yaptığımız işlerin mahiyetidir. -Anonim-
Ders verici bir hikaye ve öğrettikleri
10 Ocak 1846 Osmanlıda Mekteb-i Zirai Şahane'nin, ziraat eğitimine başlaması.
1838 yılının güzüydü. Devleti Aliyye'nin düştüğü veya düşürüldüğü zor dönemlerin çırpınışlarını andıran, mutlulukla hüznün birlikte yaşandığı mevsimde, ağaç yapraklarının, göze hitap ediş şeklinin, yeşille sarı arasında çekiştiği, çimenlerin ve çiçeklerin kendisini terk eden mevsime gücenmişliğini yansıtan manzaranın hakim olduğu "Hasbahçe'de", Ziraat Naibi Zamani Efendi önde, avenesi ve Bostancıbaşı Hayri efendi arkada, solgun yeşillikler ve servi türü ağaçlar arasından geçerek, misafirlerini ağırlayacakları Kamelya'ya ulaştılar. Ecnebi memleketlerinden ziraat konusunda çok mühim misafirleri vardı. Ziraat konusunda Payitahtta, umumi milletler arası toplantı peydah edilmekteydi. Bu toplantıların tarımla ilgili kısmında, en can alıcı kararlar alınıyordu.
Zamanın sevilen Ziraat Naibi Zamani efendi, baş nedimi (başdanışmanı) Murtaza efendi'ye ön görüşmelerin neticesini ve ecnebi heyetinin üzerinde ısrar ettiği maddeleri sordu. Zira o günün şartlarında rekabet şansı zayıf olan İmparatorluğun tarımının, her yönüyle -araziden ürüne, ithalattan ihracata, makineden bilim ve tekniğe- batıya açılması anlayışını şart koşan bir dizi anlaşmanın imza aşamasına gelinmişti. Baş nedim (danışman) Murtaza Efendi, üzerinde ısrar edilen maddelerden ve bunun olası sonuçlarından bahsetti; bu maddeleri kabul etmemiz halinde, "topraklarımızı tamamen batılı ülkelerine tarımsal faaliyetine açmış olacağız. Ecnebi tüccarları, ticaretin diğer alanlarında olduğu gibi, tarımda da durumumuz itibarı ile rakipsiz bir şekilde ülkemizde faaliyet gösterebilecekler," diyerek durumu özetledi.
Naip Zamani efendi bunun üzerine baş nedim Murtaza efendi ve huzurdaki diğer nedimlere, Osmanlının yükselme dönemindeki tarımsal gelişmenin hikayesini anlatmaya başladı;
- O yıllarda (15. ve 16. YY), özellikle tahıl ihracatımız o kadar artmıştı ki, neredeyse Avrupa'nın büyük bir bölümünü biz doyuruyorduk. O zamanlar, toplumsal ve tarımsal yapımız zamanın şartlarına göre sistemleşmişti. Çiftçilerimiz, toprak dinlendirme sistemini bile uygulamaktaydı. Hatta tohumda kaliteye yönelik uygulamaların bile olduğu bazı tarihçilerce belirtilmektedir ki; düşük kalitedeki tohumun ayıklanarak, bir nevi selekte edilerek, iyi tohumların ekimde ehven tohumların ise hayvan yeminde kullanıldığı da gelen rivayetler arasındadır. Çiftçilerimiz, ziraatçılarımız kendi ülkemizin piyasa fiyatlarını belirlediği gibi dış piyasanın belirlenmesinde de etkin rol üstenmişlerdi. O günün şartlarına göre bütün araziler en iyi şekilde değerlendirilir, özellikle tahılda, kalite ve bolluk, büyük bir dayanışmayla gerçekleştirilirdi. Belki de kalitenin ve bolluğun en önemli nedeni; atalarımızın kanlarıyla suladıkları toprakları, çiftçilerin terleriyle ıslatmalarıydı. O zamanlar, her alanda olduğu gibi tarımda da, önce, birlik olunur sonra birlikte hareket edilirdi. Zor olan, birlikte aşılır, kolay olan birlikte paylaşılırdı. Başka memalikte yaygınlaşmaya başlayan, materyalist zihniyetin ürettiği rekabete ve bu rekabetten doğan, rakip gördüğünü çökertme veya paydaşlarına çökme memleketimizin yakınından bile geçmezdi, dedi Naip efendi.
Ve anlatmaya devam etti Naip Zamani efendi,
- Zaten, bu birlik ruhu, dünyada bize has bir özelliktir. Ve bunu geçmişimizden gelen yaşanmışlıklarımız bize göstermektedir. Aslında, tarımın ruhu, rekabete dayalı didişmeye değil dayanışmaya uygundur. O zamanlar tarımda ithal nedir bilmezdik. Tahıl üretiminin %50'ye yakınını ecnebi ülkelerine ihraç ediyorduk. Hatta ünlü tahıl tüccarı Goriot baba hatıralarında dedesinden bir anekdot nakletmekte; Osmanlı tahılının, özellikle Fransa sosyetesinin çok ilgisini çektiğinden, tat, lezzet ve verdiği enerji nedeniyle çok beğenildiğinden ve Paris buğday pazarında kapış kapış gittiğinden bahsetmektedir. O zamanlar, bu tahıldan yiyenlerin Osmanlı gibi güçlü olduklarını, pehlivan bünyesine sahip bir bedene kavuştuklarından bahseden, bazı magazin mecmuaları da olmuştur. O dönemden sonra Avrupa da büyük sanayi devrimine entegre olamadığımız için, tarım alanında da geriye düşüşler yaşadık, bunun için, şimdi alacağımız kararların ve yapacağımız anlaşmaların, Devleti Aliyye'nin tarım alanında, bundan sonraki gidişatını belirleyeceği açıktır, dedi ve geçmişten alacağımız ilhamla, geleceğe yön verecek kararlar almak zorundayız diyerek açıklamalarını sürdürdü. Naip Zamani efendi devamla; "bakınız Efendiler! şimdi, sakın içinizden biri çıkıp da; "buğday ile koyun gerisi oyun" demesin, çünkü torunlarımız atalarının sözlerine çok değer verecekleri için, muhtemelen bundan yaklaşık 150-200 yıl sonra, yerli büyükbaş eti kıtlığı yaşayacaklar, buğdaydan başka bitki türlerinde de gereken milli başarıyı bir türlü gösteremeyecekler. Bunun için bugün dünyanın dayattığı tarım sistemine ve tarım ticaretine iyi düşünmeden evet dersek gelecekte torunlarımız belki kendi buğdaylarını bile üretmeyecek duruma geleceklerdir, diyerek, ileri görüşlü bir varsayımda bulundu.
- İşte böylece dedi Naip Zamani Efendi, bizde atalarımızla övünme geleneğine uymuş olduk. Her neyse efendiler, biz güncel konumuza dönelim dedi ve baş nedim Murtaza Efendi'ye döndü; derler ki Paşa! Vergi muafiyetinden tutunda, ülkemiz topraklarını ecnebilerin kullanımına açılmasını da içeren bu maddeleri kabul edersek, başlangıçta tarımsal alanda iyi gelişmeler gösterecek, ama daha sonra tarımımız üzerinde ecnebilerin hakimiyeti artacak. Ne dersin bu hususta?
- Efendim, elbette bu ihtimallerde var. Ancak şu anki durumumuz, Avrupa ile yaptığımız ticaret anlaşmaları gereği, bu maddeleri kabul etmemizi zorunlu kılıyor.
- Nasıl olur Efendi? Peki çiftçilerimize nasıl izah edeceğiz bu durumu?
- Efendim çiftçilerimize ürünlerine göre destek ve karz-ı hasen verebiliriz. Ayrıca ecnebilere topraklarını kiralama ve onlar adına ürün yetiştirme yoluyla gelir elde edebilirler. Sözü karşısında, Zamani efendi, baş nedimine "sen ne söylüyorsun be gafil!" diyecek oldu ama bu tepkisel lafı kursağında kaldı. Çünkü endüstride, ticarette ve daha teknik tarım faaliyetlerinde ülkenin manzarası başka çıkış yolu olmadığını gösteriyordu.
Tarımda karar verirken e strateji belirlerken tarım tarihide dikkate alınmalıdır
Naip Zamani Efendi, Bu anlaşmayı onaylamak zorunda kaldı ama bu acz onu kamçılamıştı. Tarımın, tarımsal sanayinin ve tarımda bilimsel gelişmenin önünü açacak tedbirler almanın çabası içerisine girmede büyük gayret gösterdi. Ve böylece 1848 de, başlangıç olarak, batılı bilim adamlarının eliyle olsa da, ilk ziraat teknik mektebinin açılmasına öncülük etti. Ancak bu okul kısa ömürlü olmuştur. Ama çalışmış, yılmamıştır, Zamani Efendi. "Tarımda, ekim dikim tekniklerinin geliştirilmesi, yeni zirai prensiplerinin uygulamaya konulması, toprak ıslahı, gölet ıslahı, sulama yöntemlerinin ele alınması ve geliştirilmesi" hususlarında bir dizi yeniliğe öncülük etmiştir. Ancak bu çabası tarımda başlangıç olarak belli bir büyüme sağlasa da, uzun vadede, daha sonraki yıllarda, yapılan anlaşmalarla, yabancılara verilen imtiyazlar, tarımsal sanayi ve ticarette daha gelişmiş olan yabancıların, ülke içinde tarımsal faaliyetlerinin önünü açmış olduğu için, Batı Anadolu'nun büyük bölümünde İngilizler ve Fransızlar, yerli-yabancıların! eliyle toprak sahibi olmuş veya kiralamış, tarımsal üretimi ele geçirmiş ve ülkenin tarımsal dengesinde önemli bir unsur olmuşlar, dolayısıyla tarımda söz sahibi olmuşlardır.
İşte böylece, 19'ncu yüzyılın ikinci yarısında toprak mülkiyeti kanunu değiştirilip, başlangıçta yabancıların toprak sahibi olmasının kısıtlanmasına ve küçük çiftçilerin korunmasına yönelik olan kanun daha sonra serbest hale gelince, toplumdaki tüm dengeler yerinden oynamıştır. Tarımda, Batı Anadolu'daki yabancı hakimiyetinin yanında, bu boşluktan yararlanan ağalar, beyler, ayanlar ve güçlü devlet memurları, özellikle Doğu ve Güney Doğu'da köylüyü, üzerinde ekip biçtiği arazi ile birlikte sahiplenmişlerdir. Bunun sonucunda köylü, "maraba" durumuna düşmüştür. Akabinde sanayide de gereken gelişmeyi gösteremeyen Devleti Aliyye, dışarıdan borç alan ve tarımını da zorunlu olarak yabancı ülkelerin güdümüne bırakan ülke haline gelmiştir. Bunun etkileri çok uzun yıllar sürmüş, o yıllarda kurulan dünya tarım devlerinin ülkemizdeki ve dünyadaki aktivitelerine bakınca halada sürdüğü görülmektedir. Osmanlının son dönemlerinde, tarımdaki bu düşüşten kurtulma çabalarına rağmen; savaşlar, siyasi çalkantılar ve batılı ülkelerin tutumu, ticarette olduğu gibi tarımda da ilerlemeyi engellemiştir. Belki de, Osmanlının sonunu getiren en önemli etken, siyasi çalkantılardan önce tarım ve ticarette ileriye dönük kendi dinamiklerini önceleyen, tutarlı ve kalıcı kararların alınmasının engellenmesidir.
Sömürgeci ülkelerin karakteridir; bir ülkeyi etkisizleştirmek veya kendilerine mahküm etmek istiyorlarsa, onların en diri kaynaklarına yönelirler. Tıpkı insanların bağışıklık mekanizmalarının içine giren, yerleşen ve sürekli şekil değiştirdiği için de bir türlü tedavi edilemeyen AİDS virüsü gibi. Yöntemleri değişse de, karakterleri değişmez, uygulamaları aynıdır.
O dönemde yapılan anlaşmaların temelinde biraz çaresizlik, biraz mecburiyet, birazda ümit karışımı iyi niyet vardı. Bugün'ün tarımı o gün'ün tarımından iz düşümler içersede, bugün küreselleşmeden kaçmak mümkün görünmese de, seçeneksizlik söz konusu değil, yeter ki, kararsızlığın, çözümsüzlüğün, mecburiyetin, ümitsizliğin psikolojik eşiğini aşalım. Konuşmaktan, eleştirilere laf yetiştirmekten, beyanat vermekten çok üretmenin ve tüketmenin sistemini ve planını doğru yapalım.
O günden bu güne, birçok alanda olduğu gibi, yabancıda eller, bizde diller çalışmış görünüyor, içimizden hiç eksik olmamışlar. İçimizdeki vurdumduymazlığa, kararsızlığa, üşengeçliğe, kolaycılığa girmişler. Siyasilerin söylemlerinin arkasına gizlenmişler. En çokta içimizdeki tembelliğe komplekslere yerleşmişler. Zaman zaman zayıflasalar da bir yolunu bulup tekrar güçlenmişler ve tüm beyinsel faaliyetlerimizde, dönüp dolaşıp onlara yönelmek zorunda kalacağımız bir kapıyı, ta o zamandan açık bıraktırmışlar. Şu söze bugüne kadar ciddiyet ve samimiyetle kulak verenlerimiz olsaydı durum belki farklı olabilirdi; "ne çok bilenler kazanır, ne de çok güçlüler, istikrarda ısrar edenler ve hayata sistemli bir şekilde tutunmayı önceleyenler kazanır".
M. Murat GÜN